20 Şubat 2009 Cuma

İki Kitap, Bir Yazar

Yeni bir yazarla tanışmak, yeni bir insanla tanışmak gibidir. Hatta çok daha ötesi... Yeni tanıştığınız bir insanın içine, ruh dünyasına pek öyle kolay kolay inemezsiniz. Yüzeysel kalır pek çok şey. Tanışmanın törenselliği vardır, zorunlu kibarlıklar, sosyal bir bürokrasi vardır. Bunların hepsi geçilip de öze gelmek oldukça zaman ister.

Ama bir yazarla bütün bu teferruatların hepsini bir çırpıda aşıp hemen samimi olabilirsiniz. Sizin kim olduğunuzu, ne olduğunuzu önemsemeden dökmüştür içini zaten satırlara. Dilerseniz size sadece okumak ve paylaşmak kalır.

Alper Canıgüz böyle bir yazardı son zamanlarda tanıştığım. Son kitabı Gizli Ajans ve bir önceki kitabı Oğullar ve Rencide Ruhlar'ı bitirdiğimde içimdeki "tanıştığımıza memnun oldum" cümlelerini duyuyordum gayri ihtiyari.

Hayal gücü çok etkileyici çalışan bir insan Alper Canıgüz. Ben ayakları çok yere basan, fazla gerçek kitaplar okumayı da severim Vedat Türkali'ninkiler gibi ama zaman zaman gerçeklik duygusunu yitiren, üstelik de bunu çok zeki mizahi bir altyapıyla destekleyen, diyeceğini derken hayatla hafiften dalga geçen kitaplar okumayı da çok severim. BU açıdan Türk Edebiyatı'nda pek rastlanmayan bir tarzı olduğunu söyleyebilirim Alper Canıgüz'ün.

Önce Oğullar ve Rencide Ruhlar'ı okudum, çünkü arka kapağındaki yazı beni daha o anda kendine bağladı. Bir kere yakalandım ya, imkanı yok okumadan kurtulamazdım.

"Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum.Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."

Beş yaşındaki bu bilmiş veletle hemen tanışmalıydım. Öyle de oldu, çıktık birlikte bir yolculuğa. O yapacağını yaptı, bense 204 sayfa boyunca bol bol güldüm, epey bir hayrete düştüm, bir çocuğun gözünden dünyanın gerçekten nasıl çirkin bir yer olarak görüldüğüne şahit oldum, hep çocuk kalmalı dedim, büyümek bazen çok tehlikeli olabiliyor dedim. Ama bu kitabı okuduğum iki gün boyunca suratımda sürekli bir gülümseme vardı orası kesin.

Sonra hemen hiç vakit kaybetmeden yeni çıkan son kitabı Gizli Ajans'a başladım. Alın size bir önceki kadar, hatta daha da ilginç bir kapak yazısı:

"Patronunuz Şeytan Bey'dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim."Neydi bu şimdi? şaka mı? "Öyle mi?" dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar vererek. "Nereden biliyorsunuz?""Kendisi söyledi."Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim. "Ben kaçırmışım o kısmını.""Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini.""Evet anlıyorum," diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. "Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin.""Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz," dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek. "Şeytan Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor." Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı..."

Absürtlüğün beni bu kadar eğlendireceğini tahmin edemezdim. İnsan kendini ne kadar iyi tanıdığını sanarsa sansın, hiç bir zaman "tam" olamıyor. Hep yeni şeyler öğreniyor kendisiyle ilgili. 'Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı' Musa'yı çok sevdim ben.

Bu iki kitabı da okurken, hayatı bazen çok mu ciddiye alıyoruz acaba diye sormadan edemedim. Evet, hayat ciddiye alınması gereken çok fazla şeyle dolu, kabul. Ama bazen o kadar mizah yoksunu bir yaşama hapsolabiliyoruz ki! Misal, yemek yerken gömleğinize sıçrayan bir lekeyi bile fazla ciddiye alıp sorun etmeye gerek olacak kadar ciddi bir şey mi gerçekten hayat?

Yazarın ilk kitabı Tatlı Rüyalar kaldı bir tek okumadığım ki, onu da bir iki hafta içinde okuyacağım. Son dönemde okuduğum en güzel ve yine son dönemde tanıştığım en iyi yazarlardan biri olduğu için paylaşmak istedim burada da. Ve unutmadan son bir not, Alper Canıgüz'le beni tanıştıran masa komşuma da tekrar teşekkürler:)

14 Şubat 2009 Cumartesi

"Bedelin Pahalıydı, Ödedim..."

Ey sevgilim, ey birtanem, ey 'ben'tanem!
Aç gözlerimi hadi...
Ve anımsa.
Günlük ezberimizin bozulduğu, sıradan söylemlerimizin kekeleştiği ilk göz sevişmelerimizi anımsa.
Sınırlanmış yaşantımızı ilk yırtışımızı...
Dayatılanlara, sunulanlara yenik düşmüş bakışlarımızın ilk dirilişini, direnişini...
Tarih yaratıyordu artık o gözler... Anımsa.
Yüklüydük, gayrı insani yüklerin en ağırıyla...
Aşk bu, kolay mı öyle kapıp da kaçmak? Kolay mı öyle tarih yaratıp da zamanın insafına terketmek?
Sırtlayıp taşınması gerekirdi geleceğe... Beslenmesi gerekirdi.
Azalmanın değil çoğalmanın hücresiydi sırtladığımız... Bütün hallerimizin çekirdeğiydi.
Artık silahımız da oydu... Atom bombamız da.
Nice acılı ve zalim çalkantıların arasından hep onun sayesinde sıyrılacaktık.
Onu kaybetmemeliydik. O bizim tarihte ilk kurtarılacak ve hep kurtarılacak üretim aracımızdı.
Zamanla hesaplaşmamızda, didişmemizde, cebelleşmemizde tek kalemizdi. "Büyük dünya"ya karşı verdiğimiz mücadelede "Küçük dünyamız"dı, savunma alanımızdı, sığınağımızdı.
Ey sevgilim, ey aşkım!
Sen var ya sen, hep uğruna mücadele ettiğim barıştın, huzurdun.
Farklı olma hakkımın, eşit yaşama arzumun ve özgürlük sevdamın köküydün. Sen benim sonradan kazandığım sosyal bir hak değil, insan olma temelimdin. Ta kendimdin, halimdin.
Sakındığımdın. Ödediğim bedellerin nimetiydin.
Hep yaşadığım ama hiç erişemediğimdin.
Sevgilim!
İnan ben seni onursuz hiçbir sevdayla aldatmadım.
Bedelin pahalıydı, ödedim... Ödeyeceğim.
Ve günün birinde sevgilim, gözlerim yorulanda...
Çağır çocukları yanına.
Aç gözlerimi son bir kez.
Onlara bebeklerimi göster ve de ki:
"Sizin babanız beni işte bunlarla sevdi."

Bu mektup yıllar evvel Hrant Dink tarafından eşi Rakel Dink'e yazılmış bir aşk mektubu. Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de öldürülmeden bir hafta önce Rakel'le birlikte eski mektupları, fotoğrafları önlerine dökmüşler, okuyup okuyup gülüşmüşler.

Sonra bu mektup gelmiş ellerine. Sitem etmiş Hrant. "Ben sana neler yazmışım, bak sen bana hiç aşk mektubu yazmadın" demiş. "Niye yazayım ki" demiş Rakel de. "Sen hep yanımdaydın, söyleyeceklerimi sana söyledim". Hrant'ı yanından bu kadar erken bir şekilde alacaklarını bilseymiş böyle dermiymiş? Nereden bilsin! Hepimiz hayatımızı bir gün hiç sona ermeyecekmiş gibi yaşamıyor muyuz?

Hrant bir hafta sonra ebediyen ayrılınca yanından Rakel'in, cenazede okuduğu o tüyler ürperten yazıyı kaleme almış Rakel de. Onu buraya yazmayacağım, merak eden olursa, nasılsa bulur okur. Sadece o yazıdan iki cümle:

"Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim.
Bana da ağır oldu bedeli sevgilim"

Benim bu güne, aşka, sevgiye, sevgililere dair söyleyecek daha başka bir sözüm yoktur!

10 Şubat 2009 Salı

Hediye Kitap

2007 Nisan'ından beri bu sayfalara yazıyormuşum. Şöyle bir dönüp bakmasam ilk yazı tarihime, imkanı yok bu kadar uzun süre olmuş demezdim. Zamanın çok çabuk akıp gittiğinin bir göstergesi daha...

Bunca zaman içinde menzilime giren bir sürü şeyden bahsettim ama şimdi bakıyorum da yazdıklarıma, öyle ya da böyle bir şekilde hep kitaplar olmuş cümlelerimde. Bambaşka bir şeyi bile anlatıyor olsam, çantamdaki kitabın adını sokuşturmadan edememişim; ya da üç beş kelimelik bir alıntıyla bir kitabın içinden bir cümlecik fırlayıp gelivermiş satırlarıma.

Kitap okumak bir ibadet gibidir. Zihniniz, hayalgücünüz ve satırlar arasında geçen bir ibadet. Ve hiç tanımadığınız insanlarla aranızda büyülü bir bağ kurulmasını sağlayan bir 'kardeşlik'tir de kitap okumak. Otobüste, trende, vapurda kitap okuyan bir kişiyi gördüğünüzde hemen onu kendinize yakın hissetmek gibi... Ne okuduğuna dair merakınızı bastıramayıp kitabının adını görebilmek için şekilden şekle girmek gibi... Hele de sizin de çok sevdiğiniz bir yazarı okuyorsa, onun hiç haberi olmayacak olsa da, içinizden onu dost ilan etmeniz gibi... Kitap dostluğu... Bildiğiniz dostluklardan değil bu. Öyle kelimelere dökülmeden, beklentilerle ziyan etmeden...

İşte geçenlerde böyle bir bağ kuruldu bloglarda birbirini hiç tanımayan 31 arkadaşın arasında. evvelzaman içinde ve Serap 'ın öncülük ettiği bir girişimle "Hediye Kitap" etkinliğinin katılımcıları oldu bu 31 kişi ve birbirleriyle kitaplar sayesinde kurulacak bir dostluğun adımını attılar. Ben de bu 31 kişiden biriydim ve geçtiğimiz haftanın ortasında sevgili Elektra tarafından gönderilmiş kitabımla uzun zamandır kitap hediye almamış olduğum için ayrıca bir mutlu oldum. Birbirini tanımayan, belki de hiç tanımayacak iki insan, tek bir kitabın etrafında güzel bir diyalog başlatıverdiler hemen. Teşekkürler gitti geldi, yorumunu merak ediyorum dendi.

Anar Rızayev'in "Beş Katlı Binanın Altıncı Katı" isimli romanı, daha evvel okumadığım bir yazar ve yüzeysel olmanın ötesine geçmeyen bilgilere sahip olduğum bir kültür hakkında çok keyif aldığım fikirler verdi bana. Kitabı üç günde bitirdim ve geçtiğimiz çarşamba elime geçmiş olmasına rağmen okumadan buraya koymak istemedim.

Burdan elektra'ya bir kez daha teşekkür etmek istiyorum ki, gönderdiği kitap, isminin cisminin çok ötesinde benim için ayrıca çok önemli oldu. Bizzat kitaplığından seçilmiş, sayfaları bir parça sararmış, benden evvel kendisinin de gözlerinin değmiş olduğu belli olan bir kitaptı bu çünkü. Bir de arasına sıkıştırılmış son derece şirin bir ayraç... Kitap dediğin ayraçsız olur mu? Olmaz!:)

Anar Rızayev'in kitabı 1960'lı yıllarda Sovyetler Birliği dönemindeki Azeri toplumunun yaşamı hakkında, yarattığı karakterler üzerinden bir fikir veriyor insana. Merkezinde bir aşk öyküsü ve bu öyküyü çevreleyen pek çok insan ve olay olsa da, aslında insan doğasına dair de çok güzel tespitleri olan bir kitap. Aşkın, ayrılıkların, anne-baba olmanın, nasıl evrensel bir paydaya sahip olduğunu bir kere daha anlarken Azeri toplumunun yaşayışına dair de bir resim oluşuyor kafanızda. Ortaklıklara şaşırıyor, farklılıkları zihninize kazıyorsunuz.

Üç gün boyunca otobüslerde benimle birlikte Kadıköy-Mecidiyeköy arasında yolculuk etti "Beş Katlı Binanın Altıncı Katı". Bazı kitaplar vardır ki, sakinlik ister okunmak için. Gezmek, dolaşmak, kafelerin kalabalığında kaybolmak pek gitmez onlar için. Ruhları kaldırmaz. Bazılarıysa, şehrin kargaşası içinde daha çok okutur kendini. O karmaşanın içinden beslenmiş, öyle oluşmuştur çünkü. Sizin gibi biridir kitabın kahramanı belki, otobüse binen, dolmuş şoförüyle kavga eden, yürürken topuğu kırılan, sıcak bir yere varabilmek için yağmur altında koşturan... İşte böyle bir kitaptı benim için Anar Rızayev'in kitabı da. İstanbul'dan çok uzak bir memlekette geçmesine rağmen benimle bu kenti yaşamayı çok sevdi.

Hayatımda yüzünü göreyim ya da görmeyeyim hiç farketmez ama elektra'yla aramızda bir kitap sayesinde hiç kopmayacak olan bir bağ kuruldu. Ben bundan sonra kütüphanemin raflarını karıştırırken Anar'ın kitabına her rastlayışımda ona teşekkür edeceğim, ve O da belki kitaplığında bu kitaptan boşalan yere yerleştirdiği kitabı her görüşünde beni hatırlayacak. Sırf bunun için bile "Hediye Kitap" çok güzel bir etkinlikti:)