25 Ağustos 2009 Salı

Bir günbatımında yıkanmak

Huzur mu bana geldi, ben mi huzura gittim? Sanırım ikincisi daha doğru. Zira olduğum yerde kalmaya devam etseydim, huzur kapı komşum bile olamayacak kadar uzağımdaydı.

Ege'deydim. Ayvalık'ta, Cunda'da, yemyeşil bir tablo olan Kaz Dağları'nda... Yıllarımın geçtiği ama deli bir özlemle yüklü olduğum yerlerde... Biliyordum çok özlemiştim ama insan, özlemin boyutunu en çok kavuşunca anlıyormuş.

Ben her zaman şehri çok sevdim, hele de İstanbul'u. Ama insanın tüm sevdiklerini ara sıra da olsa özlemesi gerekiyor. Sevginin tazelenebilmesi, alışkanlığın monotonluğundan çıkabilmesi için... Uzunca bir süredir her dakikalarını birlikte geçirmekten iyi-kötü her şeylerini tüketmiş yaşlı bir karı koca gibiydik İstanbul'la ikimiz. Onunla ilgili olsun olmasın, beni yoran, sıkan, üzen her her şeyin vebalini İstanbul'un omzuna yükler, onu suçlar olmuştum artık. Gitmek üzerine cümlelerim çoğalmış, hayallerim artmıştı.

Ve gittim. Geri dönüşüm kolay olsun diye, İstanbul'da en sevdiğimi de bırakarak gittim üstelik. Sadece İstanbul olsaydı imkanı yok dört günde özlemezdim, ama insanın canı olunca bu "ne seninle ne sensiz" şehirde, özlem sizi geri getiren adımlarınızın tetikleyicisi oluyor.

Bu tatil her şeyden önce bir günbatımıydı benim için. Yıllar bile geçse aklımda hep günbatımlarıyla kalacak bir zaman dilimiydi. Dört günde dört muhteşem günbatımı izledim. Güneş, Kaz Dağları'nın arkasına öyle güzel çekiliyor ve geride öyle güzel bir kızıl renk cümbüşü bırakıyor ki! Üstelik son gecemde bir süpriz yaparak yeni ayla birlikte veda ettiler günü geceye bırakarak. Yarım saat arayla önce güneşin, sonra da onun kızıllığında yeni ayın batışını izlemek bir mucize gibiydi benim için. Bir daha kim bilir ne zaman böyle bir mucizenin şahidi olurum diyerekten saniselerin bile tadını çıkarmaya çalıştım.

Ve yıkandım besberrak sularda. Tüm yorgunluklarımın, sıkıntılarımın, bıkkınlıklarımın, aynı üzerimden akan sular gibi parmak uçlarımdan, saçlarımdan serin sulara akışına gözlerimle şahit oldum.

Söz vermiştim kendime. Otobüs beni çok özlediklerime kavuşturmak için şehri terkederken söz vermiştim. Kollarımı, bacaklarımı serin sulara bırakmış denizin üzerinde öylece yatacak ve üzerimdeki negatif elektirik gidene ve ben yeniden sadece ben oluncaya kadar denizin üzerinde gökyüzünü seyredecektim. Yaptım! Şu anda bu satırları yazarken bile o anı yaşıyorum. Denize uzanmış, gökyüzünü izliyorum.

Çocukken hep böyle anlarda kendime şunu söylerdim: Bu anı içine sakla Zeren. Kışın çok sıkıldığında yerinden çıkartır, yeniden mutlu olursun. Tıpkı yazın taze meyvelerinden sebzelerinden kışa hazırlık olsun diye yapılan turşular, reçeller gibi ben de yazdan kışa hazırlık olarak öyle çok an sakladım ki içime bu tatilden...

Yalnızdım dedim ama çok da doğru değil aslında. Ursula bu dünyada yazılabilecek en iyi romanlardan biri olarak gördüğüm Güçler'iyle yanımdaydı. Belki duymaz sesimi ama onun gibi gönül gözü açık, evrenin sesini dinlemeyi bilen bir insan biliyorum ki hisseder: burdan ona sonsuz bir teşekkür. Zaten güzel olan günlerimin değeri, sayesinde ona, yüze, bine katlandı. Böylesine muhteşem bir özgürlük romanı, ancak böylesine özgür bir ortamda okunmayı hak ederdi.

Artık döndüm. Yeniden bıraktığım yerde, işimdeyim. Ama aynı kısır döngüye, aynı yaşam girdabına dönmüş gibi hissetmiyorum kendimi. Beni ben yapan tüm değerlerime yeniden kavuşturduğu ve kendimin kıymetini bana yeniden hatırlattığı için o bereketli Ege topraklarına bir kez daha selam olsun!

18 Ağustos 2009 Salı

Sonunda gidiyorum!

İki senedir adım attırmadın bana İstanbul.

Beş gün olsun bensiz kalıver!

Kitaplarımı yığdım bavula, Ege'ye keyif satın almaya gidiyorum.

Yeşilin en güzeli, mavinin en berrağı, rakının en buzlusu, kavunun en tatlısı... Bekle beni geliyorum!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Nihayet Bolo'bolo

Yaşamdaki küçük mutluluklar listesinde üst sırada yer alan maddelerden biri yeni alınan kitaplara kavuşmak. Pakedimin geldiğini müjdeleyen zilin bile bir başka çaldığına yemin edebilirim, inanın.

İçinde hangi kitaplar olduğunu bilsem de, her yanı iyice bantlanmış ve bir türlü açılmak bilmeyen o karton kutuları açabilmek için parmaklarımı acıta acıta parçalamaya çalışıyorum yapışkanları. Maksat bir an evvel içindekilere kavuşmak!

Bugünün payına düşen kahverengi kutudan çıkan kitaplardan biri p.m imzalı Bolo'bolo idi. Öyle bir kitap ki, bilenler bilmeyenlere anlatsın cinsinden...

Bana bundan kısa bir süre önce özel ve güzel "bir bilen" tarafından, üstelik de çok güzel bir okuma hikayesinin baş kahramanı olması vesilesiyle anlatılmış anarşist bir karşı ütopya romanı Bolo'bolo.

Hani kitapların hikayeleri olduğu kadar o kitapları okumanın da bir hikayesi vardır ya, beni bazen en az kitap kadar etkiler. Bazı kitapları, konuları kadar o hikayelerle, okundukları yerlerle ya da bazen sadece bir resimle hatırlarım.

Serin ve yağmurlu bir İstanbul gününde Arnavutköy sahilindeki bir bankta yalnız ama mutlu bir kadının bir elinde kitabı, bir elinde keyif birası kahkahalar atarak ve müthiş eğlenerek bu romanı okumasının hikayesidir benim dinlediğim. Dinlerken bile iştahımı kabartmıştı. Ama bu hikayeyi daha özel yapansa bundan sonrasıydı. Genç kadının eğlenceli kahkahalarla yarattığı bu keyifli okuma anına göz ucuyla şahit olan kayıktaki genç adam, en sonunda dayanamayıp "biraz keyif satın alabilir miyim" diyerek kadına seslenince iki kişilik kahkahalarla çınlamaya başlamıştı Boğaz'ın iki yakası... İşte bu hikayede okunan kitabın adıdır Bolo'bolo.

Bugün pakedimden çıkan kitapların en üstündeydi Bolo'bolo. Selamlaştık, artık birbirimizindik. Ben ona deyebiliyordum, o da bana. Söz vermiştim kendime, ben de bu romanı yukardakine benzer bir İstanbul atmosferinde, yani havalar biraz serinleyip mevsim sonbaharı gösterince ve muhakkak bir Boğaz kıyısında okuyacağım diye. E ne de olsa ben de keyif satın almaya meraklı bir kulum şu yeryüzünde. O yüzden daha biraz vaktimiz var iç içe geçmek için.

Ama yine de dayanamadım, kitabı yayına hazırlayanların önsöz niyetine "nihayet" başlığıyla romanın başına yazdıkları giriş yazısını okudum. Bir yerinde şöyle diyordu: "Gezegensel İş Makinesi hala hepimizi yutuyor. Şehrin gölgelerine doğru ya da şehrin kendisinden kaçış komploları da devam ediyor. Berbat bir iş gününden sonra düşlerimizin peşinden koşmak iç burkucu ve dahi onur kırıcı da olsa oyunu kaybetmediğimize delalet ediyor. Fiziksel güzellik değil, iç güzelliği mühim derler ya, inanmayın. Önemli olan düş güzelliğidir, kimbilir..."

Başka söze gerek var mı? Belli ki keyifli bir sonbahar beni bekliyor.

Niyahet Bolo'bolo...

11 Ağustos 2009 Salı

Murakami Olayı

Başlık için ne desem diye uzunca bir süre düşündüm. Ve bu adamı anlatmaya nasıl başlasam diye de... Tanıştım tanışalı sorgu sual, bir debelenme ve iç geçirme halleri... İçimdeki konuşan sesler korosunun çeşitliliği daha bir arttı, güçlendi, hani sanki yıllardır aradığı şefine kavuştu da daha bir akortlu, daha bir kendine güvenli çalmaya başladı.

Durup düşünüyorum, Haruki Murakami ile tanışmamın hayatımın bu dönemine denk gelmesinin de bir anlamı olması gerek diye. Bir yanda içimde eşelediğim, kendimi tanımaya çalışırken kanattığım yaralarım, sonra yeter artık daha fazla kanamayın derken hangi yaraya nasıl bir merhemin iyi geleceğini anlama çabalarım... Her yaranın üfleyerek geçmeyeceğini, zaman, emek ve ilgi de gerektiğini kabullenişlerim... İnsanın ruhu, bedeni vasıtasıyla konuşuyor zaman zaman aslında. Hastalıklar, vücudumuzda yarattığımız sıkıntılar hep benliğimizin zaaflarının bir yansıması. Vücudumuz çoğu zaman bize sinyaller gönderiyor; benliğimizin yaralı taraflarını bize bir bir okuyor. Kendi yöntemiyle... Sadece bu dili çözebilmek, ne dediğini anlamak için biraz çaba gerekli. Bunu anladıktan sonra toparlamak daha kolay oluyor da, anlamak o kadar kolay değil ne yazık ki. Bazen çok yıpratıcı olabiliyor. Hatta ve hatta anlama aşamasına gelebilmek için iyicene bir dibe vurmak bile gerekebiliyor.


İşte tam da bunların ayırdına varmaya çalışırken, ağzımdan çok ruhumun konuşmasına ihtiyacım olduğu bir dönemde tanıştım ben, kökleri Japonya'da, ruhu kendi bilir nerelerde olan bu dünya insanıyla. İlk okuduğum kitabı "İmkansızın Şarkısı"ydı. Hala hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor, ben okumadım, yaşadım o kitapta. Hafıza ve ezber yeteneği eksilerde dolaşan ben, cümleleri kazıdım beynime; ezberledim, zerre çaba göstermeden.

Mart ayıydı. Havalar soğuk, sabahlar karanlık. Henüz daha o zamanlar uykularımla barışmamıştım. Sabaha karşı uyanır, bir daha uyuyamazdım; yatağın bana zindan, kitapların her zamanki gibi dost olduğu günlerdi. Daha gün ağarmamışken uyanmıştım yine. Bir iki dönüp durmadan sonra bugünlük de uyku buraya kadarmış deyip başucumdaki lambayı açmış, "İmkansızın Şarkısı"nı almıştım elime. Nereden bileyim, o anların benim için unutulmaz olacağını.

30 sayfa civarında bir şey kalmıştı kitabın bitmesine. Benim için çoktan unutulmaz bir okuma tecrübesi olmuştu ya, yine de bir şey vardı o son sayfalarda. Sayfalar ilerlerken bir yandan da gün ağarıyordu. Yatağım hemen pencere kenarında, gün ışığındaki tüm değişimler kitabın sayfalarına yansıyordu. O 30 sayfayı okurken ben ne yaptım hiç hatırlamıyorum, sanırım gerçekten orda değildim. Kitabı kapattıktan bir süre sonra geldim kendime. Ağlamışım, farkında olmadan. Boğazımdaki düğüm günlerce gitmedi.

Yaşama dair sorgulamaları, dertleri, insan olgusuna yaklaşımı o kadar başka, çeşitli ve benliğin üzerine çıkan bir noktada ki! Her insan başka bir insan ve her insan başka bir dünya Murakami'nin kitaplarında. Yaşam algıları ve insanı kabullenişleri, benmerkezciliğin o kadar dışında, o kadar uzağında... Hele de biraz varoluşunuzu, yaşamınızın anlamını sorgulayan bir insansanız, etkisine kapılmamanızın imkanı yok. Yüzüme tuttuğu ayna o kadar çok yerimi aydınlattı ki, gözyaşlarım bir temizliğin sinyalleriydi bana göre. Bedenimin bu seferki işaretini doğru yorumladığımı sanıyorum.

Daha sonra "Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında" geldi ve şimdi de "Yaban Koyununun İzinde"... Çok söz edilen "Zemberekkuşunun Güncesi"ne ise baskısı bitmiş olduğu için hala ulaşamadım, çıkdırmak üzereyim. Yayınevine mail ve telefonla baskı yapmak da dahil her türlü yolu denedim bir an evvel yeni baskısını yapsınlar diye. Bir, kapılarına protesto çelengiyle dayanmadığım kaldı. Artık sahaf sahaf dolaşacağım mecburen (aslında keyifli bir bahane bu bana) ikinci elini bulabilmek için.


Çok fazla derinlemesine bilmemekle birlikte Asya ve Uzakdoğu toplumlarının yaşama ve dolasıyla ölüme bakışlarındaki başkalık beni çok fazla kendine çeker oldu. Her yeni keşifle daha fazla okumak, daha fazla öğrenmek istiyorum. Bizim de yoğrulduğumuz pek çok benzer ya da farklı sorunla onlar da karşılaşıyor olsalar da, okudukça ve izledikçe bu kültürlerde daha bir dinginlikle, durulukla ve netlikle karşılaşıyorum. Ölüm ve acıya karşı yaklaşımları bile böyle. Ölüm asla karanlık ve korkulası bir durum değil. Hele korkulası hiç değil. Sadece başka bir boyut ve insanın her daim bu boyutu tercih etmeye hakkı var.

Yaşamla barışık olmak kolay. Ama ölüm gibi bir bilinmezlikle bile barışmayı becermiş insanlar, yaşamı da daha hakkını vere vere yaşıyorlar. Yaşamının hakkını vere vere yaşayan insan, kendi isteklerinin, beğenilerinin, tercihlerinin farkında olan bir insan oluyor. Empozelerle, baskılarla, dayatmalarla yaşamayı reddediyor.

Yukarda da dediğim gibi insanların ruhları, biraz da bedenleri vasıtasıyla konuşuyor aslında. Örneğin siz hiç obez bir Uzakdoğulu gördünüz mü? Elbetteki bedensel tek sakatlık obez olmakla sınırlı değil, eminim o kültürün insanlarının da çözmesi gereken başka ruhsal/bedensel sorunları vardır. Ama yoga, meditasyon vs gibi insanın, bedeni vasıtasıyla ruhuna bakma felsefesi geliştirmiş olan bu toplumların, yaşamlarıyla daha barışık ve dingin yaşadıklarını düşünüyorum. Narin ve esnek vücut yapılarının da bu barışıklığın bir yansıması olması durumu doğru bir okuma gibi geliyor bana.

Murakami'den geldim nerelere. Ama daha önce de dedim ya, benim çok ihtiyacım var böyle sorgulara, suallere, kendimi dinlemeye, isteklerimi keşfetmeye, küslüklerimle barışmaya, barışık olduklarımla daha da mutlu olmaya...

Kitaplar her zamanki gibi en büyük yol göstericim, dostlarım... Kim tarafından yazıldıkları tabi ki çok önemli.

Hazır Japonya'da yaşayan bir arkadaşım da varken, bu gidişle Japonya yolculuğunu biraz öne almak da farz oldu sanırım:)