28 Kasım 2010 Pazar

Bu, güzel bir hikaye...

İki kadın... Bir seneyi aşkın bir süre evvel Mecidiyeköy'de, hiç de mesleklerinin doruğu denemeyecek bir editörlük işinde tanıştılar. Biri, diğeri işe girdiğinde o ofiste bir yıldır çalışıyor ve mesleki mutsuzluklarına her gün yenilerini eklemeye devam ediyordu. Hatta diğerinin iş görüşmesinde bile bulunmuştu. Konuşmasındaki coşkudan, heyecandan o kadar etkilenmişti ki, sonradan işe başlayacak olmasından keyif duydu. Acaba daha o zamandan bu insanın hayatında ne kadar önemli bir yeri olacağını hissetmiş miydi? Kim bilir, belki de!

Belliydi ki, o işin mesleki anlamda her ikisinin de hayatına katacağı hiç bir misyon yoktu. Ama o ofisin, bunun ötesinde çok farklı bir misyonu vardı: onları karşılaştırmış, hayatlarının kesişmesini sağlamıştı.

Daha o zamanlardan her ikisi de hayatlarında bir arayışın içindeydiler. İşteki mutsuzluklarının, hayatta olmak istemedikleri yerde olduklarının, bundan sonra bu tempoda devam edecek bir hayatın vereceği yılgınlığın farkındaydılar ama o zamanlar bütün bunların adı, henüz adı konmamış bir huzursuzluktu, henüz bir çıkış yolu yoktu.

Ama değişimin kıpırtısı o denli hissediliyordu ki içlerinde, bunun bir arayışı olarak birlikte yogaya başladılar. İş çıkışı bitkin bedenlerini sürüne sürüne yoga salonuna sürükleyip bir saat boyunca bedenleri, zihinleri ve ruhları için bir şeyler yapmış olmanın enerjisiyle sonunda her seferinde koşarak o salondan ayrıldılar. Her defasında yoga sonrası birbirlerinin yüzünde oluşan o huzura, dinginliğe şahit oldular. Heyecan verici bir coşkuydu bu. Kendileriyle, bedenleriyle ilgili yeni şeyler keşfediyor, heyecan duyuyorlardı.

Kitaplar, filmler, uzun reiki sohbetleri hep vardı da, bir yandan hayatlarında yolunda gitmeyen de pek çok şey vardı; keyif kadar huzursuzluklarını, mutsuzluklarını da paylaşıyorlardı. Biri, uzun zamandır o ofiste çalışan - ki bu satırların yazarı olur kendisi - Ocak ayında o senenin ilk radikal kararını aldı. Kendine vakit ayırmak, uzun zamandır bedenini/ruhunu yiyip bitiren sağlık sorunlarıyla daha iyi ilgilenebilmek, kendisine vakit ayırabilmek için işinden istifa etti. Kendini yeniden bulmak, önce sağlığına kavuşup önündeki yeni yollara sağlıklı bir insan olarak devam etmek istiyordu. Hayatının en çetin döneminin yaklaştığını, büyük sınavların kapıda beklediğini henüz bilmiyordu. Halbuki çok değil, sadece iki ay sonra, Mart ayında hayatının en derin kopuşlarından birini yaşayacak, hayatı 180 derece değişecekti.

Aynı dönemlerde yani Mart-Nisan döneminde geride kalan diğer arkadaş da işinden istifa etti. Bedeli ne olursa olsun hayatının kontrolünü eline almaya kararlıydı. Yayıncılık sektörünün kendisine bir şey vermektense götürdüğünü ve bu meslekte bir geleceğinin olmadığını çoktan anlamıştı. Sadece biraz cesarete, karar alma gücüne sahip olmaya ihtiyacı vardı. Cesaret de, karar alma gücü de orada, içindeydi, o da bunu farkına varır varmaz gerekeni yaptı. Çoğu insanın yapamadığını yaparak "yolumu, kendimi bulmaya gidiyorum" diyerek işinden ayrıldı.

Hayatlarındaki en kritik döneme aynı anda, yan yana girdi bu iki insan. Ben ve dostum... Ben ve Ece... İşimden istifa etmiş, hayatımı tüm geleceğimi birlikte geçirmeyi planladığım insandan ayrılmış, geleceğime dair olmasını planladığım her şeyin çöküşüne tanık olmuştum. Her anlamda yepyeni başlangıçlara, sil baştanlara ihtiyacım vardı. Çok fazla yaram, kırgınlığım, kızgınlığım vardı. Ama başka sahip olduklarım da... Güçlü bir insandım ben. Asla tek bir insana bağımlı olamayacak kadar güçlü... Günahlarım vardı, sevaplarım kadar... Mükemmel değildim, olmak da istemiyordum. Sadece kendim olarak yaşamak, hayatımda, benden beklediklerini kendisi de yapabilen insanların var olmasını istiyordum.

Her kadının, en zor zamanlarında yüzüne en dürüst aynaları tutacak dost başka kadınlara muhakkak ihtiyacı varmış. Mutsuzlukları paylaşarak azalttığı, mutluluklarıysa paylaşarak çoğalttığı dost kadınlara...

Kafamda binbir soru, hayatımda bundan sonrasına nasıl devam etmek istediğimin peşinde arayışlar içinde kıvranır, gereken cesareti toplamaya çalışırken arkadaşım da en azından mesleki anlamda benzer sorularla debeleniyordu hayatında. Mutfağa, mutfak hikayelerine olan aşkım, ellerimle çalışmaktan aldığım büyük keyif, yoga ve reiki sayesinde her geçen gün kendimi tanımak ve istediklerimin peşinden gidebilmek için gerekli cesaretin aslında içimde olduğunu keşfetmek beni Mutfak Sanatları Akademisi'ne götürürken arkadaşım, dostum da yönünü yine aynı dönemde bedenine de, ruhuna da, zihnine de çok yakışan bir şeye, yoga eğitmenliğine çevirdi.

Bu kararları aldığımız dönemde birbirimize olan etkimiz, yüreklendirmelerimiz, bazen bizi bizden başka kimsenin anlamadığını bilmemize rağmen yolumuzda devam etmemiz gerektiği konusundaki cesaretlendirmelerimiz, bugünden geriye baktıktan sonra bana büyük bir kıvanç veriyor. Ben aşçılıkta karar kılarken onunla yaptığımız uzun uzun sohbetler büyük bir etkendi benim için. Biliyorum ki, ben de onun yoga eğitmenliğine adım atmasında önemli bir aracı olmuştum. Evrenin onun için seçtiği yolun (çünkü bu iş ona gerçekten çok yakışıyor) sesli bir dile getirmesiydi aslında benim yaptığım; içinde bu cevher vardı, o da bunu biliyordu ama sesli olarak duymaya, birinin ona söylemesine ihtiyacı vardı. Ben sadece o insandım; bir aracı...

Günler, aylar geçti, mevsimler döndü. Heyecanla ikimiz de eğitimlerimizin başlayacağı günleri bekledik. Bir yol seçmiştik, tercih yapmıştık. Hayatlarımızı bize empoze edilen gibi değil, kendi seçimlerimize göre, bizi mutlu edecek şeylere göre yaşama yolunu seçmiştik. Bedelleri vardı, maddi manevi... Bunların bizi cesaretsizlendirmesine izin vermek yoktu. Gün geldi o düştü, gün geldi ben. Ama birbirimizin elinden tuttuk. Pes etmek yoktu. Yoldan dönmek hiç yoktu.

Ben aşçılık eğitimime başladığımda, o eğitiminin bir kısmını tamamlamıştı. Zaten üzerinden fazla bir zaman geçmedi ama başladığımız günkü heyecanlarımız hala dün gibi aklımda. Artık bekleme sürecini de tamamlamış, yola koyulmuştuk. Şimdi vakit, öğrendiklerimizi paylaşmanın, birbirimizin zevklerini hayatlarımıza yansıtmanın vaktiydi. Yoga, yine onunla girmişti hayatıma ve onunla devam ediyordu, hem de inanılmaz bir seviye atlayarak. Yoganın asla sadece bir spor olmadığını, insanın kendisini tanımada, bedenini/ruhunu/zihnini keşfetmede çok büyük etkisi olduğunu bire bir onunla tecrübe ederek yaşadım. O, okulunda bu konuda eğitilirken, beni eğiten de dostluğumuzun paylaşımıydı.

Şimdi Kasım ayının bu son günlerinde tarif edilemez bir gurur yaşıyorum. Birlikte aynı süreçlerden geçtiğim, birlikte yola çıktığım, zorluklarını, sıkıntılarını bildiğim, benimkileri bilen, her aşamayı eksiksizce birlikte yaşadığım insan, bir hafta önce yoga eğitmeni olarak sertifikasını aldı, hem de başarıyla. Cesaretli bir kadın olmanın, bedeller ödemekten korkmamasının, hayatının kontrolünü başkalarının insafına değil kendi iradesine bırakması gerektiği bilincinin somut bir göstergesiydi o belge. Her gelen gün yeni kapılarla, yeni fırsatlarla geliyor şimdi. Hayat, cesaretli kadınlara kapılarını asla kapamıyor. Cesaretlerinin mükafatını veriyor.



Cuma akşamı, yolunun her adımına şahit olduğum arkadaşımın sertifikasını almasının şerefine evinde güzel bir kutlama yaptık. Aşçı olma yolunda ilerleyen bu satırların yazarı, onunla ve çok sevgili eşiyle mutfağa girmenin keyfini yaşadı. Profesyonel mutfaktan çıkıp dost mutfağına girmek... Bunun tadı, sıcaklığı bambaşka... Bu iki kadehteki şarabın ışıltısında önce dostluğa ama bence en çok da cesarete içtik biz.

Ve daha paylaşılacak onlarca şey... Kimbilir ne güzellikler, ne kutlamalar bekliyor bundan sonra da bizleri... Tıpkı bana yazdığın doğum günü kartında olduğu gibi arkadaşım "seninle birlikte yapmak istediğim çok şey var. Neyse önümüzde yıllar var ama çok ertelemeyelim! Çünkü sadece mükemmeliyetçi insanlar erteler! Bizim öyle bir derdimiz yok, olmasın, mükemmel diye bir kelime sadece sanatta var bence:) Mesela, seninle birlikte Amsterdam'a, Barcelona'ya, California'ya, Dikili'ye gitmek istiyorum! Konser hayalleri, dövme fantezileri, şaraplar, yemekler, çok planımız var sanırım:)"

Evet çok planımız var, olsun da... Hep yapılacaklar, yaptıklarımızdan fazla olsun ki enerjimiz hiç bitmeden peşinden koşalım hayatın.

Bir gün belki eşinle kurduğun New York'ta yaşama hayallerin gerçek olacak ve gideceksin; bir gün belki ben yolumu bir süre yaşamayı çok istediğim o 'Çizme'ye çevirip İtalyan sofralarında pişeceğim. Ama biliyorum ki o günlerde bile aramıza giren tek şey yollar olacak, asla mesafeler değil. Ve o çok sevdiğimiz İstanbul bizi daima buluşturan olacak...

Dostlukları, eskilikleri değil, güçleridir bence belirleyen. Resimdeki kadehi bir kere daha bu gücümüze kaldırıyorum. Şerefe!

25 Kasım 2010 Perşembe

Sos S.O.S

Zaman dediğin çabuk geçiyor. Hele de en "fren nerde, fren?" diye arandığın zamanlarda çok daha çabuk geçiyor.

Bugün çorbalardan sonraki ikinci pratik sınavımızla şöyle bir fırtına misali esiverdik MSA'nın mutfağında. Zaman koştu, biz arkasından kovaladık. Çıkan rüzgarın dağıttığı mutfakta nefes nefese kalmış 24 şef adayı ve onlarca bulaşık kaldı geriye. Ama bulaşık faslına gelmeden başa saralım, en baştan alalım.

Birkaç gün önceden verildi menü. Başlangıç olarak Ceasar salata, ana yemek demi glace soslu kuzu karski ve lyonnaisse patates, tatlı olarak da beyaz çikolata soslu browni. Süre yine bir buçuk saat... Bunun anlamı şu: çılgın bir koşturmaca. Bir, bu bir buçuk saatin başında aldığım nefesi hatırlıyorum, bir de bittiğinde verdiğim nefesi. Sanki aradaki zaman soluksuz geçti. İnanın soluksuz geçti, mecaz yapmıyorum. Kanıt bile gösterebilirim. Bu süre soluksuz geçtiğinden beynine gerekli oksijen gitmeyen Zeren, özene bezene hazırladığı demi glace sosunu, bakın ne yaptı!

Et suyu temelli ve hazırlık aşaması oldukça uzun süren bir sos olan demi glace, elimize hazır olarak verildi aslında bugün. Fakat kendisi tek başına da kullanılabileceği gibi eklemelerle farklı bir sos haline de gelebileceğinden şefimiz, demi glace'ı geliştirmeyi, içine katacağınız aromaları ve farklı lezzetleri sizin yaratıcılığınıza bırakıyoruz dedi.

Biri mutfakta yaratıcılık kelimesini kullanıyorsa bu harika bir haber demektir benim için. İşin tek riski, sınavda olmak ve yapacağın bir yeniliğin şef tarafından beğenilmeme olaşılığını göze almak. Ama bunun da kolayı var: fazla uçma Zeren!

Uçmadım, son derece ayaklarım yere basarak harika bir sos hazırladım. Demi glace, usul usul ocakta tıngırdamaya başlayınca içine bir diş sarımsak, bir defne yaprağı, biraz biberiye attım. Baktım güzel kokular yükseliyor, bir parça şarap döküverdim. Alkolü uçarken kokuların aroması daha bir başkalaştı, lezzetlendi. Ben bir yandan browninin kekini çırparken, lyonnaisse patatesin soğanlarından gözlerim yaşarırken, kuzu karskiyi marine ederken o ocağın üzerinde kendi halinde tıngırdamaya ve muhteşem kokmaya devam etti. Zaman gittikçe daralıp servis sırası bana yaklaşınca içine biraz da krema katarak sosun iyice kıvam almasını sağladım. Artık olağanüstü bir görüntü ve koku vardı demi glace'ımda.

Ama şunu bilin ki, hiç bir şey ama hiç bir şey burda yazdığım sakinlikte gerçekleşmiyor. Saatin tik takları aleyhime işlemeye başladığı dakikalarda "neden ayaklarımızı da yardımcı kuvvet olarak kullanamıyoruz bu durumlarda" diye aklımdan geçtiğini hatırlıyorum.

Şef "Zeren iki dakika içinde sunumunu bekliyorum" dediğinde yemeklerimin hepsi hazır ama tabaklanmamıştı. Sunumun da çok önemli olduğu ve notun yüzde yirmisini oluşturduğunu düşünürseniz, bu aşamanın da ne kadar önemli olduğunu anlarsınız. O iki dakika içinde hem Ceasar salatamı, hem brownimi, hem de kuzu karskiyle yanına garnitür lyonnaise patatesi güzelcene tabakladım. Harikaydım, başarmıştım. Şefin karşısında tabaklarımla hazır ve nazırdım.

Sen öyle san Zeren! Şef, ilk önce değerlendirdiği ceasar salatadan sonra kuzu karskinin tabağına geçip "nerde bunun sosu?" dediğinde tezgahın üzerinde duran bıçaklardan biriyle harakiri yapmadığıma hala şaşıyorum. O kadar özene bezene hazırladığım güzelim sosu, eti tabaklarken koymayı unutmuştum! Boşa demiyorum soluksuz bir 1,5 saatti diye. Beynime yeteri kadar oksijen gitmediği burdan belli.

Hasarlı ama yine de güzel tesellilerle çıktım bu maceradan. "Etin tam kıvamında pişmiş ve lezzetli. Patatesler de öyle. Ama sos olmadığı için puan kırıyorum. Salata güzel ama sosunu biraz daha az koy. Browni de tam kıvamında, içi ıslak ve taneli... 90!"

Sos S.O.S verdi ama diğerleri imdada yetişti. Şu an bünyede huzur, çok yorucu geçen bir dört günden sonra dinlenmeye hazırım. Ama yine mutfak, hep mutfak:)

23 Kasım 2010 Salı

Ruhumdaki yılbaşı süsleri

Bir 365 gün sonra daha, yeniden süslenmeye başladı şehir. Yılın en sevdiğim zamanları ışıklarını saça saça şehrime, gönlüme ve hayatıma geliyor. "Yılın en sevdiğim zamanları" ifadesini yılın başka zamanları için de kullanıyor muyum ben? Evet sanırım, eylül için de, nisan için de kurabiliyorum bu cümleyi. Ama size bir sır... Hangi zaman için bu ifadeyi kullanırsam kullanayım, bilin ki yeni bir yıla doğru yürüdüğümüz bu dönemleri, diğerlerinden bir parça daha fazla seviyorum:)

Ruhumda yılbaşı süsleri ışıldıyor bu aralar. Nedensiz heyecanlarım var, içim kıpır kıpır. Ya da nedenleri var da, ben mi yokmuş gibi davranıyorum? Büyük bir coşkuyla nefes alıyorum desem, çok mu yavan gelir bu size neden olarak? Ya da hayattan iliklerime kadar çok büyük keyif alıyorum desem?

"Yıkım iyidir" diye yazıyordu bir yerlerde. "İyidir çünkü sonucunda değişim getirir". Bu senenin başındaki benle sonundaki benin arasında yıkım-değişim-gelişim minvalinde olan tüm hikayenin bulunduğu bu noktada hayata şapkasını çıkartıyor bu satırların yazarı. Biliyorum hayattan öğreneceğim belki daha tonlarca şey var ama 2010 kişisel tarihime bunun zirvesini yaşadığım yıllardan biri olarak yazıldı. 30 yıllık bir hikayede kendimi en çok tanıdığım, geliştiğim, öğrendiğim, silkindiğim, geçmişle hesaplaşıp gelecekle barıştığım dönüm noktası bir sene oldu bu yıl.

Şimdi her sabah kaşık, tava sesleriyle merhaba diyorum güne. O gün taze zencefil doğruyorsam örneğin, kokusuyla mest oluyorum, kendimden geçiyorum. Ellerimde hep o rayiha kalsın istiyorum. Sote tavası sallamaktan kol kaslarım sertleşiyor, sıcak tavalara dokunmaktan ellerim kızarıyor. En sevdiğim ses, kızgın yağa atılan soğanın cızırtısı; en sevdiğim görüntü, bembeyaz bir tabağın ortasında kendi eserim olan bir yemeğin tüm ihtişamıyla oturuşu oluyor.

Eskiden uzun bayram tatillerinin sevdalısıyken şimdi hemencecik sıkılıveriyorum. Ait olduğumu hissettiğim yerden beni uzak tutacak fazladan bir gün tatile bile tahammül edemiyorum. İflah olmaz bir bağımlıya dönüşüyorum. "Ben bir bağımlıyım. Damarlarımda MSA dolaşıyor. Tatil çok uzadı, özledim... Acil bir doz sote tavası sallamaya, ocak temizlemeye, Mehmet Şef'in "hadi hızlı biraz hızlı" diye bağırmasına ihtiyacım var:)" diye yazıyorum önüme gelen her yere. Kitaplar daha bir içime işliyor, rakı daha bir güzel sarhoş ediyor, dost muhabbetleri daha bir kıvamlı geçiyor. Aslında dünya aynı, hala aynı hızda dönüyor, insanlar aynı, sevdiklerim, sevenlerim aynı... Farklı olan benim. Gözümdeki pencere... Daha bir büyüdü, genişledi, hem içe, hem dışa doğru. Pembe panjurlu bir evim yok, ama benim gözümdeki pencerelerim pespembe...

Ruhumda yılbaşı süsleri ışıldıyor sanki. Şimdi onları evime de asmaya sıra geldi diyorum. Yılbaşına bir ayı aşkın bir süre olsa da herhangi bir mağazada bir yılbaşı süsü görmem yeterlidir benim o moda girebilmem için. Yaklaşık on gün önce bünyedeki "yeni yıl heyecanı" butonu devreye girdikten sonra gün itibarıyla kendime ilk yeni yıl hediye mi de almış bulunuyorum:) Resimde görülen minik kedicikli mumluklarım olur kendileri. Tanıştırayım, kedilerden birinin adı Winston, diğerininki Puding. Canım dostum Ecem'in, bendenize aşık çok sevimli kedileri olaraktan onlardan uzak olduğum günlerde özlemiyim, bu minyatürleriyle idare edivereyim dedim, alıverdim:)


Yeni hediyem ve bol köpüklü kahvem eşliğinde bu yazıyı yazdıktan sonra Pedal Çeviren Kadınlar'la birlikte okuma koltuğumuza doğru şöyle bir çekilivereceğiz. Geceyi birlikte tamamlamaya niyetliyiz.

Bu seneyi kapatacağım kitaplar da belli olmaya başladı, biraz da bu kitap sayesinde. Pedal Çeviren Kadınlar, "Türkiyeli bir Rum ailenin İstanbul'dan İmroz'a, 50'li yıllardan 70'li yıllara uzanan hikayesi"ni anlatıyor. Bu toprakların o hep konuşulan zenginliğinin en önemli renklerinden olan bir cemaatin, pek çok benzerleri gibi göç etmeye zorlanan, uzaklaştırılan, sıkıntıyla yoğrulan hikayesi... İçinde öyle güzel insan ilişkileri, komşuluklar, mahalleler, kah espirili, kah hüzünlü öyküler var ki, toplum olarak topyekûn ne büyük zenginliklerden mahrum bırakıldık/bırakılıyoruz aslında diye düşünmeden edemiyorum yüz bininci kez.

Pedal Çeviren Kadınlar, beni hem bu ülkenin zaman tünelinde, hem de kendi geçmişimde çok güzel anılara götürdü, götürüyor. Arkasından okuma yolculuğumda devam etmesini istediğim kitaplar da bu minvalde olacak. Fethiye Çetin'in "Torunlar"ı ve "Loksandra" takip edecek Pedal Çeviren Kadınlar'ı.

Ama önce Gliko'nun hikayesinin gerçeklerini öğrenmem lazım. Ha bir de Niki'ye neler olacağını çok merak ediyorum:)

Ruhumdaki yılbaşı süslerine...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ah Kavaklar...

Zehri de, ilacı da içinde olan bir şehir İstanbul. Arayıp bulmak, uyuşuk giysilerden sıyrılıp keşfetmek isterseniz her yanı inci taneleriyle dolu bir şehir...

İstanbul'u bize bırakıp giden tüm tatilcilere yürekten sevgiler yolluyorum:) Doğruya doğru, bir yanım onlardan biri olmayı çok istedi kafamdaki binbir yolculuk hayalleriyle ama şartlar, şehrimle arama yolların girmesini değil, şehrimin yollarında gezinmeyi mümkün kıldı. Çok da iyi olmuş aslında diyorum geçen şu bir haftadan sonra.


Anadolu Kavağı'ndan İstanbul böyle görünüyor.

Tamamı size ait olan bir tatil gününde, güne Kanlıca'da kahvaltıyla başlayıp sonra direksiyonu Anadolu Kavağı'na kırmak, kendinize yaşatabileceğiniz en güzel İstanbul keyiflerinden biri. Hele de kahvaltınızı da, Boğaz kıyısında kıvırıla kıvrıla giden o yolları da, sonrasında Anadolu Kavağı'nda içilen 2-3 kadeh rakıyı da, sohbeti de paylaşacak birbirinden keyifli, matrak, yaşam sevinci dolu dostlar varsa yanınızda, bence bu keyfi başka hiç bir şeyle değişmeyin.

Anadolu Kavağı... İstanbul'u Karadeniz'e bağlayan kıyıda saklı kalmış minik bir balıkçı kasabası. Sokaklarında balıkçı ağları, cıvıl cıvıl insanlarla dolu, bir kadeh rakı kokusuna karışan deniz ve gökyüzü mavisi, lokum çıtırlığında, barbun tadında bir İstanbul hazinesi...

Anadolu Kavağı çocukluğumdan bu yana hep çok güzel anılar biriktirdiğim bir mekan oldu benim için. Çocukken 6-7 yaşlarında anneannem ve dedem aile dostlarıyla böyle yedi sekiz kişilik bir grup olarak toplanır, Kadıköy'den vapura biner, teker teker Anadolu Hisar'ı olsun, Kanlıca olsun, duraklarda dura dura en son Anadolu Kavağı'na gelirlerdi. Ben de yanlarında grubun maskotu şeklinde... Vapur, Anadolu Kavağı'nda iki saat mola verirdi. Biz de girerdik bir balık lokantasına. O iki saat boyunca ben balıklara, kuşlara ekmek atarak onları, anneannem de beni beslerdi. Sonrasında da yıllar içinde pek çok kez çok sevdiğim dostlarımla, güzel sofralarda, neşeli sohbetler etrafında buluştuk hep Anadolu Kavağı'nda.


Dünyanın en güzel içkisini çok sevgili bir dostla paylaşmak...

Düşünüyorum da sanki zamanın durduğu bir yer bu şirin kasaba. Ya gerçekten hiç değişmiyor, ya da benim onu gördüğüm gözler hep aynı kalıyor.

Akşam eve döndüğümde bende kalan tatlı bir sarhoşluktu güne dair. Gözlerimin üzerinde tatlı bir ağırlık, rakı mı çarptı, oksijen mi yoksa muhabbet mi derken "rakı beni çarpmaz, ama diğer ikisine hemen vurulurum" diye cevap verdim kendime:) Ben seni gerçekten seviyorum İstanbul, bilesin:)

16 Kasım 2010 Salı

Tırsmak mı, o da ne?

Fırından burnunuza doğru usul usul tüterek minik muffin kağıtlarının içinde kabarmakta olan bir browni kokusu kimin ruhuna ama elbette önce midesine hitap etmez? Benim gibi tatlıyla hiç arası olmayan tuzlu-sever bir şahsiyeti bile en azından kokusuyla kesinlikle kendisinden geçirmeyi başarır. Başardı da.

Bayrama girmeden önceki son dersimiz, ilk günden bu yana gördüğümüz ilk pastacılık dersimizdi. Browni, tiramisu, beyaz çikolata ve frambuaz sosları ise günün reçeteleri olarak ellerimizden öpmekteydi. Gerçek bir İtalyan tiramisusu öğrenecek olmamız beni en başından heyecanlandırıyordu zaten. Çok tatlı sevmesem de tiramisunun o kahve ve kakao tozu karışımı koyu tadını severim.

Heyecanla şefin etrafında toplaşmış 25 kişilik meraklı göz, yumurtalar, glikozlar, çikolatalar, mascarpone peynirleri, pastacılık kreması vs... Birlikte nasıl güzel bir karışım oluşturuyorlar ve ben her seferinde birbirlerine karışan malzemelerin büyüsünü gördükçe mutfağı neden bu kadar çok sevdiğimi bir kere daha anlıyorum. Artık ne yumurta sadece yumurta, ne çikolata sadece çikolata... Birleşince bambaşka bir kimlik, bambaşka bir varoluş yaratıyorlar.

Tiramisu kremasını hazırlarken şefimizin söylediği şu cümle yemek aşkının nasıl bir şey olduğunu anlatıyordu aslında: "Daha gençken, bu işlere girmemişken, gerçek bir tiramisu yapmayı bilen ilk kızla evleneceğim derdim, baktım olmuyor, kendim pastacı olup yapmaya başladım." Güldük. Kim inkar edebilir yemeğin afrodizyak etkisini? "Şef olmanın en güzel yanı, dostlarına öğrendiklerini pişirdiğinde yüzlerinde oluşan hazzı görmektir" diye yazmıştım geçenlerde bir yerde. Eskiden de bu duyguyu biliyor olsam da, geçenlerde çok keyifli bir dost sofrasında yüzlerde oluşan ifadeleri bir kere daha görmek bu cümlenin çıkmasına neden olmuştu. Bütün şeflerin kanında olan bir virüs bu. Evet, içinde bolca ego barındıran, ama belki de hayattaki en keyif veren egolardan biri.

Tiramisuları hazırlayıp dinlenmeleri için buzdolaplarına istifledikten sonra başladık browni harçlarını hazırlamaya. O çikolata kokusu inanın hala burnumda. Üstelik bunu söyleyen, hayatta asla bir sıra çikolatayı bile aynı anda yiyemeyen, içi bayılan biri. Ve sonra fırından gelen o kokular, kabarmış, üstü çatlamış, içi hafif ıslak kalmış esmer güzelleri... Beyaz çikolata ve frambuaz soslarıyla buluştuklarında oluşan o eşsiz manzara... Görüntüyle sarhoş olmak neyseki bana yetiyor:) Evde bu tatlıları görünce bayram edecekleri düşündükçe ayrı bir keyiflendim o gün.

Bütün bunları, bu keyifleri, hazları anlatmamın bir nedeni var aslında. O neden, bir kitap. Anthony Bourdain adında Amerikalı bir şef tarafından yazılmış Mutfak Sırları... Sınıftaki arkadaşlardan birinin tavsiyesi üzerine başladım ve on gün elimden bırakamadım. Aşçılığa başladığı 70'li yıllardan itibaren kendi mutfak macerasını, mutfaklarda dönen bütün dolapları, insan hikayelerini, güç mücadelelerini, erkek egemen dünyanın acımasızlığını , bu dünyada ayakta kalabilmek için yapılması gerekenleri anlattığı acayip keyifli, kabul ediyorum biraz tırstırıcı, coşkulu, komik, trajik bir kitap çıkarmış ortaya Anthony Bourdain.


Kitabı okuduğum on gün boyunca, bir numaralı kitap okuma alanlarım olan yollarda ne kahkahalar attım; bir ben, bir de beni yollarda görenler bilir:) Elimde kolumda çantalar, bıçak setleri sabahın köründe şef olmaya azmetmiş aşçılık okula giden bir yeniyetmenin okuduğu kitap eğer Mutfak Sırları olursa, inanın insanın gireceği mutfağa bakışı kesinlikle değişmeye başlıyor. Yaptığı işin gerçeklerini kavramak adına Mutfak Sırları, yüzlerce tokat atıyor suratınıza, hem de en Osmanlı olanından.

Peki neden bunca zorluğa rağmen (kitabı okuyun, ne demek istediğimi anlarsınız) bir çok insan büyük bir aşkla nesillerdir bu işi yapıyor ve hâla pek çok insan bu işi yapmak için (özellikle son yıllarda artan bir hızla) girişimde bulunuyor? İşte o da, en başta yazdıklarım yüzünden. Ne kadar yorulursanız yorulun, yumurtayla şekeri çırparken oluşan o gittikçe beyazlaşan sarımsı renkten, çikolataları eritirken çıkan o ilahi kokudan, bir sote tavasına dökülen şarabın çıkardığı o muhteşem cızırtıdan, patates/un/yumurta/peynir karışımıyla oluşabilen ve sadece sizin hayal gücünüzle istediğiniz şekli verebileceğiniz bir hamurdan ve daha nicelerinden alacağınız haz, mutfağı böylesi bir tapınağa dönüştürüyor. Onlarca, yüzlerce malzeme, yaratmak ve yeniden yaratılmak için sizin ellerinizi, zihninizi ve ruhunuzu bekliyor. Tapınağa giriyor ve günler geceler boyu, ağız tatlarının doyurulmasını bekleyen insanoğullarına lezzetler yaratıyorsunuz.

Bu işle profesyonel olarak ilgisi olsun olmasın herkese Mutfak Sırları'nı öneririm. Gerçekten eğlenceli bir kitap. Sunday Times tarafından "Stephen King romanlarından bile daha çekici" olarak yorumlandığını söyliyeyim, artık siz karar verin:)

Üstelik kendime idollerimi bile seçtim, bundan sonra kim beni durdurabilir? Artık benim idolüm iki fare. Biri mutfağa en çok yakışan aşçı fare Remy (Ratatouille), diğeri de kitap yiyen entel serseri fare Firmin. Aşçılık yolunda ilerliyoruz, o tamam. E kitap yeme konusunda da en azından mecaz anlamda bir eksiğim olmasa gerek:)

Üstelik ben farelere olan aşkımı böylesi dillendirirken dün bir dükkanda karşıma resimde görülen kupa çıktı. Kupanın üzerinde şirin mi şirin bir fare ve kupanın kenarına asılmış bir başka minik farecik... Rafta onlarcası diziliyken sanki sonuncuyu alırmışçasına bir kapışım vardı ki kendim bile güldüm halime. Bir bu kupa, bir de yine resimde görülen anahtarlık çok mutlu etti beni dün. Omzunda çantası ve bavulu sanki her daim gitmeye hazır, başında kırmızı şapkası, boynunda atkısı, başı dik, sadece önüne, ileriye, uzaklara bakan bir kız... Nedense kendime o kadar benzettim ki, avcuma alıp bir daha da bırakmadım anahtarlığı. Nedeni belli aslında, sormaya gerek yok. Şimdi kupamda sütlü kahve, etrafımda yanan mumlar, masamın üzerinde kendimle özdeşleştirdiğim anahtarlığım, gecenin bir yarısı bu yazıyı yazıyorum.

Benim tiramisu ve brownilere ne mi oldu? Büyük bir kısmı, bende olmayanın da onda toplandığı kadar tatlı düşkünü olan annemin, azıcık bir kısmı babamın, kuzenin, anneannenin, teyzenin ve çok sevgili iki arkadaşın midesinde:)

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ara Kafe'de bir dost kazanmak!

Pırıl pırıl güneşli bir tatil gününde bir İstanbullu'yu en çok ne mutlu eder? Ya Boğaz kenarında bir yudum taze demlenmiş çayı yudumlamak ya da İstiklal Caddesi'nde salına salına dolanmak, gözüne kestirdiğin dükkanlara/kitapçılara girip çıkmak, kafelerde soluklanmak... Ben ikinci gruba girenlerdendim bugün.

Saat 2'de önce satırlarıyla buluştuğum, bugünse suretini de tanıma şansı edindiğim bir dosta verilmiş bir randevu olunca İstiklal'de, bana düşen, yollara biraz daha erken dökülüp kendime bir de güzel bir kahvaltı armağan etmekti.

İstiklal'e girdiğim zaman garip bir ruh halinde hissediyorum kendimi. Bugün özellikle bir koşturmaca içinde olmadığımdan bunu çok daha net hissettim. Bir sağda bir solda dizili onlarca dükkanının neredeyse her birinde bir hatıra biriktirmiş olmanın verdiği bir doluluk hali hissettiğim. Dile kolay, hayatımın son on yılı çok yoğun bir şekilde bu sokaklarda, dükkanlarda, kaldırımlarda, kafelerde geçti. Sanki dükkanlar ben önlerinden geçerken vücuda gelecekler de birbirimize derin, içten bir selam çakacakmışız gibi. Onlar "biz hala buradayız" diyecekler, ben de onlara "ben de hala buradayım" diye gülümseyerek cevap vereceğim. Yeni anılar, yeni insanlar, yeni başlangıçlar yaratmak için...

Özlediğim tüm dükkanlara girip çıktım. Kitapçılardan, hızmalarına bayıldığım takıcıdan, hediyelik eşyacılardan ağır cep hasarları almadan çıkabildiğim için kendimi tebrik ettikten sonra kuru kuru tebrik olmaz diyerek attım kendimi Ara Kafe'ye. Bilenler bilir, sokağa taşan masalarıyla (hele de böylesi güzel bir İstanbul gününde) Ara Güler'in özel fotoğraflarıyla İstiklal'in en kişilikli mekanlarından biridir Ara Kafe.

Ömrümün sonuna kadar peynirli menemen ve çayla kahvaltı edebilecek bir insan olarak açık büfe kahvaltıya burun kıvırıp favori kahvaltımı sipariş verdim. Per Petterson'un At Çalmaya Gidiyoruz'u, peynirli menemen, çay ve birkaç dilim ekmek bir arada çok güzel gidiyorlar, bilginiz olsun:)


At Çalmaya Gidiyoruz, geçen yılın kitap fuarından bu yana aklımda olan bir kitap. Ara Kafe'de kahvaltı eşlikçim olarak ilginç dakikalar geçirdik kendisiyle. İlginç çünkü çevrilen her sayfa beraberinde bir merakı sürükleyerek geliyor arkasında. Kuzeyli durgunluğu, sakinliği ve durağanlığı olan bir kitapmış gibi ilerlerken bir yandan da satır aralarında soğukkanlı, tüyler ürperten bir gizem barındırıyor sanki. Okurken ilerleyen sayfalarda olabilecek olanlardan tırsıyorum, böyle bir his oluşturdu şu an okuduğum 50 sayfa bende.

Kahvaltı, çaylar, kitaplar derken saat 2'yi vurmadan beklenen dost sokağa dönüverdi. Garsonlar hakkımızda ne düşünmüşlerdir bilmiyorum ama ilk iki saat sohbetin akışından bir sipariş vermeyi bile akıl edemedik. Sonraki 3 saatse patlama noktasına gelmiş olmamıza rağmen sohbete dur diyememekten tuvalete gitmeyi...:)

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım çok keyifli bir sohbetle hayatımın bundan sonrasında var olacağını hissettiğim çok özel bir insan kazandığımı hissettim. Kimi farklı kimi benzer yollardan yürümüş, aynı yaşta, farklı mesleklerde iki kadının yolu Ara Kafe'de kesişti bugün. Kitaplardı sanırım bugünümüze yine damgasını vuran. Zaten bizi de bir kitap buluşturmuştu. İmkansızın Şarkısı... Ve yine kitaplarla devam edecek yolumuz. Belki bir kitap klubüyle... Araya yogayı, reikiyi, şarapları, yemekleri de serpiştirerek yolumuzu renklendireceğiz.

Güzel günler bizi bekliyor, ne dersiniz?:)

10 Kasım 2010 Çarşamba

Marco Bakkal

Her şey on gün evvel, Galapera Sanat Evi'nin öykü atölyesi çalışmalarına katılan arkadaşımın "7 Kasım Pazar günü Galapera'nın düzenlediği Hasköy gezisine katılmak ister misiniz?" mailini okumamla başladı. Haliç'in, bu diğer yerlerine göre daha sessiz kalmış, tarihi, pek çok medeniyet barındırmış köşesine hayatımda kaç kez ayak basmıştım? Sadece iki... O da Koç Müzesi'ni gezmek için, o kadar... Ne kadar acıklı! "Bu kış yaşadığın bu şehri tanımak için zaman, emek ve bolca adım harcayacaksın Zeren" diye kendime verilmiş sözlerimi de hatırlayarak saniyesinde cevap yazdım: "Tabi ki katılırım!".

Pazar sabahı saat 11'de Tünel'de tramvay durağında mis gibi bir sonbahar havası temizliğinde başladı yolculuğumuz. 20-25 kişilik olan grubumuzun bindiği minibüs bizi Haliç kıyısına, eski Galata Köprüsü'nün ayaklarının dibine bırakınca karşımdaki görüntüyü hazmedebilmek için bir süre gruptan uzaklaştım, bedenen değilse bile ruhen.

Eski Galata Köprüsü'nü hiç görmeye gittiniz mi? Terkedilmiş, eli ayağı tutmakta zorlanan, gözleri eski gücünü kaybetmiş geçkin bir insan gibi... Terkedilmiş ama ruhunu kaybetmemiş. Bunu da, tırmanarak üzerine çıkıp fotolar çektirdikten sonra hepimizin inmesinin arkasından çıkardığı seslerden anladık en çok. Evet, inanılmaz ama gerçek... Üzerindeyken ses çıkarmayan ve hareket etmeyen köprü, bizler inip aşağıda bölgenin tarihi geçmişi üzerine konuşurken birden inlemelere, gıcırdamaya ve hareket etmeye başladı. Hatta konuşup gülüştük kendi aramızda "Acaba ziyaretimize sevindi de o yüzden mi çıkarıyor bu sesleri, yoksa sessiz ve ebedi uykumda beni böyle rahatsız edenler de kim mi diyor da çıkarıyor?" diye.


İstanbul üzerine bir gezi yaparken insanın içinin burkulmaması, hüzünden uzak kalması pek mümkün olmuyor ne yazık ki. Çünkü taşı toprağı altın denilen bu şehrin her taşında ve toprağında yitip gitmişlikler, hazin öyküler, kaybolmuş değerler, medeniyetler ve kültürler var. Çok güzel, mimarisi belli ki sadeliği oranında değerli olan bir sinegog, bugün nargile kafe olarak kullanılıyor. Sakın şaşırmayın! Yani öyle avlusu, bahçesi falan değil, bizzat içi... Eskiden insanların ibadet ettikleri ve hala bu ibadetin izleri duran bir sinegogda insanlar nargile dumanlarını üflüyorlar taş duvarlara. Şunu düşünmeden edemedim, özellikle Avrupa'da ya da Amerika'da eski tarihi bir cami bugün hamburgeciye dönüştürülse nasıl tepki verir bu ülkenin insanları? "Bize bunu nasıl yaparlar" hezeyanıyla muhtemelen youtube yasağında gerçekleşen mantığın bir devamı olarak söz konusu ülkeye Türk vatandaşlarının gitmesi YASAKLANIR mıydı dersiniz? Olabilir, şaşırmamak lazım!

Hasköy, özellikle İspanya'dan kaçan Musevilerin ve biraz da Rumların yaşadıkları bir semtmiş Osmanlı zamanlarında ve cumhuriyetin ilk 25 yılında. Sonra ne mi olmuş? Hep bildiğimiz ötekileştirmeler, tek tipleştirmeler, farklı olanlara tahammülsüzlükler, halkları korkutup yıldırıp kaçırmalar... Elbet bu politikalardan nasibini alan bir semt Hasköy de, tıpkı diğerleri gibi.

Haliç'i dikine kesen dar yokuşlu sokaklardan semtin içlerine doğru ilerliyoruz. Metruk, viraneye dönmüş, nargile kafe olarak bile kullanılmaya değer görülmemiş(!) birkaç sinagog daha çıkıyor karşımıza. Halen faaliyette olan ve biz gezerken yarım saat içinde iki çok sevimli ikiz bebeğin vaftizinin gerçekleşeceği bir Romen kilisesini geziyoruz; çok sıcak ve girerken dış atmosferi tamamen dışarda bıraktığınız bir avlusu var (bu duyguyu pek çok kilisenin avlusunda hissetmişimdir), hani bir söğüt agacının altındaki banka oturup ciltlerce kitap bitirmelik...

Sonra bölgede faal olan tek sinegogun bulunduğu sokağa geldiğimizde rehberimiz Jale Sancak "şimdi sizi hemen bir sokak arkada bulunan Marco Bakkal'ın olduğu yere götürmek istiyorum" diyor "buralarda kime sorsanız, tanınır bilinir bir şahsiyetmiş Marco Bakkal, adeta semtin bir sembolü gibi". Hemen adımlarımızı o yöne çeviriyoruz. Ve bahsedilen bakkalın önüne geliyoruz.

Marco Bakkal'ın, 'bakkal' kısmı duruyor ama 'Marco' kısmında yeller esiyor elbette. Şansımıza hemen karşı apartmanın girişinde duran tombulca, son derece tonton ve cana yakın bir amca kalabalığımızı görünce lafa karışıyor. Marco Bakkal'ın bakkalını görmeye geldiğimizi söyleyince de oooo bir sevinçle başlıyor "ben 8-9 yaşındaydım onun çıraklığını yaptım, çok severdim kendisini" diye anlatmaya. Belli ki amcam çok eski bir Hasköylü. Böyle ayaklı bir tarih kitabına rastlamış olma fırsatını kaçırmayan Jale Hanım, hemen "O zaman biraz anlatın Marco Bakkal'ı bize" deyip zaten konuşmaya meyilli amcamın iyice hevesle anlatmasına neden oluyor.

"Marco Bakkal, iyiliğiyle, dürüstlüğüyle, sevgisiyle buraların simgesiydi. Onu herkes tanır, çok severdi. Ama o zaman çok başkaydı buralarda her şey. Yıllarca yanında çıraklık yaptım, çok iyiliğini gördüm". Kimbilir neden (tahmin etmek de çok zor değil aslında, amcamın da pek söylemek istememesinden de anlaşılacağı gibi) yıllar önce terkedip ayrılmak zorunda kalmış Marco Bakkal çok sevdiği Hasköy'den ve Şişli'ye yerleşmiş. Beş yıl önce de orada vefat etmiş. "Beş yıl evveline kadar birkaç ayda bir sürekli elini öpmek için giderdim Marco Bakkal'a, onu hep çok aradık" diye de devam ediyor sözlerine. Şimdi Marco Bakkal hala bakkal ama başkaları tarafından işletiliyor.

Marco Bakkal'ın bulunduğu sokaktan ayrıldıktan sonra da pek çok yer dolaştık, eskiden Kadı Mahkemesi olan yani insanlar hakkında hükümler verilip idamların yapıldığı ama şimdi çay bahçesi olan - Hasköy'de bu durum çok ilginç, tarihe verilen değer, nargile kafe ya da çay bahçesi boyutunda dolanıyor - bir yerde soluklandık, daha 2 gün önce 9 yıllık bir restorasyondan sonra halka yeniden açılmış olan Aynalı Kavak Kasrı'nı dolaştık ama benim ruhum Marco Bakkal'ın orada kalıverdi. Ayaküstü on dakikada anlatılan o hikayede... Kimbilir söylenmemiş ne acılar, ne sevinçler, ne kopuşlar, ne sevdalar gizliydi o hikayenin içinde...

Ruhun şad olsun sevgili Marco Bakkal... Gittiğin yerde buralarda olduğundan daha az acı vardır umuyorum...

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ya şundadır ya bunda...

Blog dünyasının bazı ritüelleri vardır. Burası öyle kimliksiz, kişiliksiz bir dünya değildir. Uçsuz bucaksız bir ilişkiler dünyasıdır. Hem içsel ilişkiler, hem dışsal... Kendi içimizden çıkan cümlelerle bizim dışımızdan insanlara ulaşır, bir ilişki kurarız.

Ve mimler... İşte blog dünyasının en başta gelen ritüelidir mimler. Normalde pek hoşlaşmadığım bu zoraki soru-cevap olayında bu sefer son derece keyifli bir mimle karşılaştım. Sevgili Leylak Dalım gönderdi, ben de memnuniyetle kabul ettim.

İşte bu keyifli mimin konusu:

Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

Mim Kuralları:
- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
- Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
- Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez.

Teferruatları geçip hemen konumuza geçiyorum.

Geçtim kütüphanemin karşısına. Acaba hangi rafın önüne doğru gitsem diye bakına bakına dolanırken birinin önünde duruverdim ve gözlerimi kapadım. Bakalım bahtımıza hangi kitap düşecek, enerjim hangi satırlarla buluşacaktı? Ellerimi kitapların üzerinde dolandırdım ve birinin üzerinde durdum. Gözlerimi açtığımda elimde bir edebiyat şaheseri, yürek sızısı bir roman duruyordu. Toni Morrison - Sevilen...

Kitabı aldığım güne dair hiç bir anı kalmamış bende ama 2 yıla yakın bir zaman önce okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. Mecidiyeköy'de editörlük alanındaki son işime yeni girdiğim günlerde yine yollarda okumaya başladığım ve yine yollarda bitirdiğim bir kitaptı. Dediğim gibi kütüphaneme girdiği günü, ânı hatırlamıyorum ama okuduğum anlardaki alevleri dün gibi hatırlıyorum.

Gizemlerle dolu bir kitaptı Sevilen. Kendini ilk görüşte değil, parça parça açan. Hatırlıyorum, ilk sayfalarda nasıl bir bulmacanın içine girmekte olduğumu merakla kavramaya çalışırken roman ilerledikçe gizem çözüldükçe, taşlar yerine oturdukça soluksuz kalıyor ve içim yanıyordu. Bu roman bittiğinde hayatta asla cevaplamak istemediğiniz kaya gibi ağır bir soru bırakıyor size geriye. Burada bir ipucu vererek okumak isteyenlere haksızlık yapmak istemem ama kesinlikle tavsiye edeceğim bir eserdir bu Nobelli yazarın 1987 tarihli romanı.

Şimdi gelelim 55. sayfaya...

"Paul D kalkmıştı, bir gün önce kırdığı eşyaları onarırken şarkı söylüyordu. Hapsedildiği çiftlikte ya da daha sonra Savaş'ta öğrendiği, eski, bölük pörçük şarkılar - Tatlı Yuva'da söyledikleri, özlemin her bir noktayı biçimlendirdiği şarkılarla ilgisi yok."

Bu satırlar çereziniz olsun, bu kitabı okuyun. Başlarda "ne oluyor, ne anlatıyor" deyip pes etmeyin ve okuyun.

Ve şimdi büyük an... Mimler kime gidiyor? Daha evvel hiç mim cevaplamamış olduğunu bildiğim ama bu mimden keyif alacağını düşündüğüm canım arkadaşım Ecem, iş hayatım boyunca en sevdiğim masa komşularımdan biri olan canım Edieciğim ve çok sevdiğim blog dostlarımdan Kitap Kurdum... Hadi bakalım pamuk eller kütüphaneye:)

5 Kasım 2010 Cuma

Sis...

Bulutlar yeryüzüne inmişlerdi bu sabah. Gözümü açar açmaz nasıl bir güne uyandığımı görebilmek için uyurken bile kapatmadığım perdelerimin sonuna kadar açık olduğu odamda gözümü bulutlara açtım bugün. Uykumun arasında "Harika" dediğimi anımsıyorum. Penceremden yüz metre ötede tahammül edilmesi zor bir açgözlülükle gökyüzüne uzanma sevdasıyla her gün yeni bir kat daha yükselmekte olan binanın bu açgözlüğünün farkındaydı sanki bulutlar da. Bu nedenle üfleyivermişlerdi yeryüzüne bir parça sis bulutunu, sanki "Yeter artık, bize ulaşmaya çalışmayın, biz yere iniyoruz, sınırınız bu olsun" dercesine.

"Sen ne menem bir evde oturuyorsun ki" demeyin bilen dostlar. Benim oturduğum apartman da gözyüzüne doğru üreyen sahte, kişiliksiz yapılardan biri ama tercih benim değil. Bir gün - ki umuyorum kısa bir zaman içinde - kendi evimin duvarları arasında nefes alabildiğimde muhtemelen mantar misali yerden bitme cüce bir bina seçmiş olacağım. İstanbul'un eski, köklü, yaşanmışlık ve tarih kokan semtlerinde dolaşırken gözümün hep kaydığı kimi sarmaşık kaplı, kimi giyotin pencereli, kiminin balkonundan eskimiş bir tentenin sarktığı cüce binalar... Çocukken en sevdiğim çizgi filmlerden biriydi Şirinler. Ama hikayesi, karakterleri bir yana en sevdiğim şeyleri evleriydi, mantardan evleri...

Ben de sisler içinde yaşıyorum neredeyse iki gündür. Aşık Papağan Barı, griliği fokur fokur kaynayan bir sis misali çöküverdi ruhumun üzerine. Aşık olduğu adamın arabasıyla kalbine saplanması sonucu ölüm döşeğinde olan bir kadının rüyalar, bilinç, bilinçaltı sınırlarında dolaşmasını, ruhlarının bedenlerinden ayrılıp aşklarını yaşadıkları yerleri bir bir dolaşarak anılarını tazelemelerini, Las Vegas, Ankara, Eden Gölü, İstanbul gibi çeşitli duraklarda soluklanan bir masal kıvamında anlatan Aşık Papağan Barı, tarifsiz bir içe dönüş yaşattı bana da. Kadın olmanın, hayata bir kadın kalbi, ruhu ve zihni penceresinden bakabiliyor olmanın hazzıyla doldurdu yer yanımı. Kendi hikayemde de yaşadığım pek çok duygu halini paylaştım, henüz yaşamadığım ama belki bir gün benim de başıma gelecek pek çok halin de bendeki muhtemel izlerini sürdüm.

Bundan mı bilmem iki gecedir inanılmaz rüyalar görüyorum. Eski insanlar, eski anılar, kimi çocukluktan kimi yetişkinlikten pek çok anı, mektuplar, notlar... Çok flu bir şekilde geçiyorlar rüyalarımdan. Ama hepsinin tek bir ortak noktası var ki gördüğüm her şey müthiş bir aydınlık ve huzur duygusuyla kaplı. Gözlerimi açmadan önceki saniye bile rüyalarımın içindeyim. Tıpkı bugünkü gibi... Penceremden gördüğüm sisin ihtişamıyla heyecanlandıktan sonra bile yastığıma gömülüp uykuma devam ettiğimde, yarıda kalmış rüya da kaldığı yerden devam etti hiç kesilmemişçesine. Bazı romanları, hikayeleri gerçekten çok içimde yaşıyorum ve hayatıma etkileri inanılmaz oluyor. Sanki içimde kapalı kalmış bazı pencereleri açıyorlar ve içeri giren havanın kokusuyla benim ruh kokum da ona göre değişiyor.

Son 40 sayfası kalmış kitabı dün gece bitirmeye kararlıydım eve vardığımda. Ama müthiş keyifli bir yoga seansından sonra huzur içinde, dinginlikle ve her türlü kötü enerjiyi yoga matının üzerinde bırakmış olarak geldiğim gerçeğini hesaplamamış olduğumdan mıdır nedir, bu sabah erken kalkmama gerek olmadığını bilmeme rağmen 15-20 sayfanın sonunda dayanamadım göz kapaklarımın ağırlığına.

Ve sabah... 7.30 sularında sislerin içine uyandıktan sonra daha yataktan çıkmadan elim, yanı başımdaki Aşık Papağan Barı'na gitti. Gece bıraktığım yerden, sanki arada sekiz saatlik o uyku dilimi geçmemiş gibi soluksuzca içtim sayfaları. Ağlamak, gülmek, hüzün, aşka ve hayata aşık olmak, iç burukluğu, heyecan, tutku... Son satırdan sonra tüm bunları ve belki de daha tanımlayamadığım pek çok duyguyu içimde hissettim ve tekrardan kitabın en başına, bütün hikayeyi bildikten sonra çok daha fazla anlam ifade eden o satırlara döndüm:

"Ah hiç olur mu böyle şeyler...
Yaşanabilir mi
böyle bir hayat?"
diye sordu dudak
barın üstünden.
"Keşke hepsi gerçek olsaydı,
tümünü yaşardım" dedim dudağa.
"Olsaydı böyle bir hayat,
kırpmadan gözümü,
girerdim içine."
"Çok korkusuzsun doğrusu"
dedi dudak.
"Yaşamda kim koyuyor ki kuralları?"
dedim.
"Kim koyuyorsa, sıkıcı tutuyor
biraz işi," dedi dudak.
"Yaşam çok kısa..."
diye mırıldandım.
"Kaç metre?" diye sordu dudak.
"Bilmem, birkaç elbiselik...
Bir çocukluk,
Bir gelinlik,
Bir yaşlılık elbisesine
ne giderse..."
"Yirmi metre kadar" dedi dudak.
"Öp beni..." diye mırıldandı.
Uzanıp öptüm onu.
"Ah! Hiç olur mu böyle şeyler...
Yaşanabilir mi
böyle bir hayat?"
diye sordu dudak.
"Hayat yirmi metre" dedim.
Gözlerim daldı.
"Yirmi metre, tek en."

Ve gün böyle başladı...

2 Kasım 2010 Salı

Kalbinizin kasko bedeli...

"Kalbinin kaskosu var mıydı" diye soruyor kitap "Kalbine son hız giden bir Opel Vectra saplandı, onu çıkarmaya çalışıyoruz".

"Hadi bakalım, çıkar çıkarabilirsen" diyor bendeki bir ben de... Okuduğum andan beri öylesine vurdu ki bu cümle, bana vuranları kim çıkaracak asıl, bilen yok!

Kalbe bir şey olunca zararı sigorta ödüyormuş, yani bir nevi kalpteki hasarları tamir merkezi... Sahi, şöyle kocaman bir "keşke" diyesi gelmiyor mu insanın içinden?

On gündür benimle dolaşıyor bu cümle. İlk, on gün önceki bir kitapçı ziyaretinde raflar arasında tırtıklanırken okundu ve yapıştı kaldı zihnimin köşesine. Bugünse artık içinde geçtiği kitap benimle. Çok sevdiğim Donna Leon'un Ölümcül Çareler'inden sonra çantamdaki yerini aldı, ruhumdaki yerini bir cümleyle bile çoktan almış olan Aşık Papağan Barı.

Nazlı Eray serüvenim devam ediyor anlayacağınız. Prag fonunda, Stalin ve tanımadığımız pek çok tarihi karakterin yaşamlarına yolculuk için uçak bileti niyetine bir roman olan Kayıp Gölgeler Kenti'yle başlamıştı bu serüven. Kışı, bu edebiyat perisi kadının hayalgücü satırlarıyla yaşamak istediğime daha çok eminim artık. O benim kış yazarlarımdan biri oldu ve mevsim bitmeden daha almam gereken çok yol var.

Bu arada bir rivayete göre benim şehrime kitap fuarı gelmiş. Peki ben neden benim şehrimdeki bu kitap fuarına gitmek için şehirlerarası yolculuğa çıkar gibi bir hazırlık yapmak zorundayım? Neden örneğin Ankara ya da Bursa yoluna çıkma fikri bana daha cazip geliyor? Ne kadar kitapsever olduğumuz mu sınanıyor acaba diye düşünmeden edemiyorum bazen. Hani gerçek bir edebiyatseversen dünyanın öbür ucunda da olsa kitap fuarına gidersin gibi bir mantık mı bu? Ve eğer böyleyse ben sınavı geçemiyor ve bir edebiyatsever sayılamıyor muyum?

Efendim, bir türlü edebiyatsever olmayı beceremeyen(!) bendeniz, şu 15 günlük fuar kapsamı içinde bir kez olsun ayak basmaya çalışacağım benim için fîzanda konumlanmış olan bu fuar alanına. Ümidim, belki orada bünyeye biraz edebiyat sevgisi bulaşır da, her yıl tabi tutulduğumuz bu illallahlık sınavdan sonraki yıllarda sorunsuz geçmeyi başarırım.

Not: İkâmetgahı Beylikdüzü'ne taşırsam işte siz o zaman görün bendeki edebiyat sevgisini...