27 Haziran 2011 Pazartesi

Deli miyim neyim?

Son 36 saatinin 24 saatini mutfakta geçirmiş biri yazıyor bu satırları. İzin günüm öncesi pert olmuş durumdayım. Yorgunluğun cisimleşmiş halini merak ederseniz fotoğrafımı çekip koyabilirim hani, o kadar!

Yüreğe değil, bedene musallat olan bir yorgunluk gerçi bu. Birkaç ay evvel okuduğum, yine varoluşumu şereflendiren Murakami'nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanında kendisi yine cümleleriyle uyarmıştı beni "Yorgunluğun yüreğinin içerisine girmesine izin verme... Yorgunluk insanın vücuduna hükmedebilir ama yüreğimin bana kalmasını isterim." diye...

Yüreğimin yaramaz çocuklar gibi şen, keyifli, çoşkulu savrulup gittiği, bedeniminse an be an yorgunlukla hamur misali yoğrulduğu bir işte çalışıyorum malum. Pazar gecesi kapanışta çalışarak gece 12'de işten çıkıp pazartesi sabahı açılışta 9'da işe gelmek ve bütün günü gece 12'de kapanışa kadar mutfakta geçirmek... Buna pek akıllı işi demiyorlar sanırım:)

Ama benim başlıkta bahsettiğim deliliğim bundan gelmiyor zaar! Birkaç yıl evvel daha masa başında çalıştığım zamanlarda gece yarısı uyanıp birden kendimi mutfağa atmış ve gece gece yaptığım keke de "Uykusu Kaçmış Kadın Keki" adını vermiştim. Aslında şimdi düşünüyorum da hayatımın tamamı ileride bir gün nasıl bir mutfak cadısı olacağımın izleriyle doluymuş:) Neyse efendim, gece gece yapılan o kek paketlenmiş ve o zamanki ofis arkadaşlarımın afiyetle midelerini boylamıştı o gecenin sabahında.

Şimdiyse bunca saattir mutfakta olmaya aldırmayan, yorgun bedenini hiçe sayan bendeniz gece 1'e doğru eve geldikten sonra yeniden mutfağa atıverdi kendini. Yarının izin günüm olmasının hınzır bir rahatlığı var elbet bünyede. Yarın sabah aniden ziyaret edilmeye karar verilen bir arkadaşa giderken eli boş olmamayı kendine bahane edinen, aslında işin özünde evinin mutfağını pasta kokutmak isteyen bir deli divane işte... Başka açıklaması yok!

Ve nasıl bir enerji veriyorsa şu tabak çanak tıngırtısı bana, kedi dilleri, likörlü kremayla bezenip kat kat dizildi, kakaoya bulandı ve tiramisu olarak dolapta yerini aldı ama ben sanki onca yorgunluğa bulanmamışım gibi halen saat 02.30'da bir de kahve yapmış bu yazıyı yazıyorum:) Bu aralar günleri bitirmek istemeyen ama sabahlara da geç kalmak istemeyen bir bünyede yaşıyorum, bu ikisini bir araya daha ne kadar süre getirebilirim bilemiyorum:)


Hayatta anları yakalamanın, kimi zaman yazıyla, kimi zaman bir fotoğrafla o anları tarihe not düşmenin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum şimdilerde. Yazı, defterler, kalemler hep vardı da, bu aralar bir de fotoğraflara merak saldım. Özellikle keyifli anları ama sadece insanları değil, çoğu zaman halleri görüntülemek, bir karede ölümsüzleştirmek ve böylece o ânı sonsuzlaştırmak, zamansız kılmak... Sanırım en çok istediğim bu.

En güzel sabah karelerini fotoğraflıyorum bu aralar. Çok hoşuma gidiyor sabahları, sabahların keyfini fotoğraflamak. İşte bu fotoğraf da çoook keyifli bir sabah kahvaltısından... Üç çay bardağı, üç tabak, üç sandalye, üç güzel ses...

Mutluluk ne diye sorsalar şu an bana, işte bu masa diye cevap vermemem için hiç bir nedenim yok! Bir mutfak cadısından da başka cevap beklenemez sanırım:)

23 Haziran 2011 Perşembe

Satılık!

"Eşyalar satılığa çıkınca o eşyaların üzerine yapışmış hayallere ne oluyor peki?" diye sordum geçenlerde kendime. Hayaller bir çırpıda satılamıyor elbet, ama hayallerin temsilcisi olan şeylerin ortadan kaldırılması da bir nevi arınma, yüklerden kurtulma... Artık o hayallerden eser yokken eşyaları var etmenin de bir anlamı olmasa gerek. Bu aralar bu soru etrafında dolanan düşünceler dalga dalga zihnimde. Çoktan kapanmış olan bir defterin, kapatmadığımın farkına vardığım bir sayfasını noktalama zamanındayım şimdi.

"Zamanla hayaller eriyor sanırım, biraz iz kalır. Bu da hayat. Kabul edelim ve yeni hayallere dalalım" demiş canım arkadaşım. Her zaman yaptığı gibi yüzümü hep önüme dönmem gerektiğini hatırlatan cümleleriyle yolumu aydınlatan bir ışık gibi...

Şunu anladım ki, yaşadığınız bir hikayenin kahramanları sadece o hikayenin içindeki insanlar değil. O hikayeyi paylaştığınız tüm eşyalar da birer kahraman... Gizli kahramanlar... Macerayı süsleyen dekorlar... Üstelik önemli olan eşyaların kullanılmışlığı da değil, hiç kullanmamış olsanız da onlara yüklediğiniz anlamlar asıl önemli olan. Sizin verdiğiniz değerle, kurduğunuz hayallerle ruh kazanıyor ve bir de bakmışsınız kanlı canlı bir insan kadar o hikayenin bir parçası oluveriyorlar.

Bir zamanlar hayalim olan ama artık benim olmaktan çıkmış hayallerle özdeşleşmiş eşyalarla yeni başlangıçlar yapmanın mümkün ve doğru olmadığını yine hayat doğal akışında gösteriverdi bana. Yaparım sanırken, eşyaların ruhlarının görmezden gelinebileceğini düşünürken hayat kendi akışında yine doğru ve yanlışla kapımı çalıverdi ve yapmam gereken şeyi bana net bir şekilde gösterdi. "Kurmayı planladığın yeni hayatta eskiye dair hiçbir eşyayı yanında taşımayacaksın Zeren, ben dekorunu bunlarla döşemene izin vermiyor ve hayatını bu nedenle bambaşka bir yola sürüklüyorum, hazırlan" diye konuştu, dile geldi.

Kendi inanışınıza göre kader mi dersiniz, şans mı, enerji mi, ya da saf bir bütün olarak yaşamın ta kendisi mi bilemem ama hayatlarımız aslında çoğu zaman sözel olmayan bir lisanda konuşuyorlar bizimle. Sezgilerinizi ve algınızı tamamen kapamamışsanız, hayatın ne dediğini, neyi işaret ettiğini anlamak çok da zor olmayabiliyor.

Şimdi eşyaları, bir gün lazım olacakları zaman çıkarıp kullanmak üzere tıktığım depolardan çıkarmanın ve hepsini yepyeni ve gerçek hayallerle kullanmaya hazır, üstelik sadece hayallerin değil, yaşanmış gerçek anıların da bir parçası yapacak insanlara satmanın zamanı... Tez elden, hiç vakit kaybetmeden... Ki her gördüğümde, eski hayallerimi hatırlamaktan çok kendime kızgınlığımı arttıran kahramanlar olmaktan çıksınlar artık. Onlara harcadığım paralarla bir zamanlar aslında ne güzelliklere imza atabileceğimi, kendimi ne kadar gereksiz yere paralamış olduğumu hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyorlar artık.

Meğer bu eski hikayeye son bir vedam daha kalmış, ben hepsini savurdum sanırken. Şimdi o vakitte çalıyor zaman...

17 Haziran 2011 Cuma

Çılgın cuma!

Cuma öğle servislerinde tam anlamıyla deliren bir mutfakta çalışıyorum ben. Sevgili insancıklarımız cuma günleri nasıl bir hissiyata kapılıyorlarsa, öğle tatillerinde haftanın zirvesinin yaşandığı bir servis yaşanıyor. 1,5 saatte 350 kişi gibi rakamlar duyuyorum ki hakikaten çılgınca. Bana milattan önce gibi gelen 'masa başı çalışanı olma' günlerime dönerek cuma günleri nasıl bir hissiyatta olunduğunu hatırlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Sanırım zaman olarak çok uzakta olmasa da, zihnim unutmayı sağlayacak kadar uzağa atıvermiş kendini o günlerden.


Sabah şef mutfağa girdiğinde "geçen yıl bugün senenin en kalabalık öğle servisi yaşanmış, ona göre hazırlıklı olun, bugün de aynısı yaşanır bakarsınız" diye bir cümle savuruverince mutfağın atmosferine, zaten dört bir yandan focaccia kesen, pide yoğuran, tavukları porsiyonlayan, kalamarları soslayan mutfak ahalisi, sanki daha hızlı olunabilirmiş gibi hız vermeye çalıştı eline koluna. Tarih tekerrürden ibaret diye boşa dememişler, geçen sene 17 Haziran'da bir zirve yaşandıysa bu sene yaşanmayacağını kim garanti edebilir?

Veee saat 12.10 civarında ilk gong zili niyetine sipariş makinelerinin dıtdırıdıtdıııııııııııt diye öten sesi mutfakta çınlamaya başladı. İşte o dakikayla saat 2'ye kadar olan süreyi beynim hatırlamakta gerçekten zorlanıyor. Noldu, neler yaşandı, kim kime bağardı çağırdı, "marş bom kardeşler" ortalığı nasıl karıştırdı inanın hatırlamıyorum. Eğer bu unutma mahareti olmasa zaten, o deliliği yaşayan insanın bir sonraki cuma başına gelecekleri bilerek bu işe devam edebilmesi pek mümkün değil. Mesleki zorunluluk kabilinden bir kısmî alzheimer da diyebiliriz buna.

Peki cuma öğle servisinden, üzerinden kamyon geçmiş, ringde Rocky'den dayak yemiş gibi çıkan aşçı takımına en güzel ödül nedir? Yoğun servis yüzünden tamamen boşalmış olan tezgahların doldurulması, eksiklerin tamamlanması, önümüzün haftasonu olması dolayısıyla çok yoğun olacağı göze alınırsa bir sürü hazırlık yapılması gerekmesi gibi dünya yüküyle iş varken ana menü değişikliği kapsamında yeni gelen yemeklerin sunumlarının ve eğitimlerinin bu muhteşem(!) cuma günü yapılacak olmasının haberidir!:) Çılgın olmayı ve çılgın insanları seviyorum, ne diyeyim:)

Evet, Num Num ana menüsünde önümüzdeki haftadan itibaren değişikliğe gidiliyor. Uzun zamandan beri haberi gelen, beklediğimiz değişiklik haftaya gerçekleşiyor ve her istasyon kendi bölümü dahilindeki değişimlerin eğitimlerini bugün tamamladı. Bir yandan halen gelen siparişler, bir yandan eksiklerin tamamlanması, bir yandan yeni yemeklerin hazırlıklarının yapılması ve şeflerin bağıra çağıra neyin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışması... Delicesine bir curcunanın içinden alnımızın akıyla çıkmış bulunuyoruz efendim, bu işin bir madalyası olsa, talep edeceğim hani, o kadar:)

Akşam artık üstümüzü başımızı çıkarmış soyunma odasından çıkarken o kadar komik bir sahne dikkatimi çekti ki, şimdi yazarken bile gülmeden edemiyorum. Daha az evvel mutfakta arı gibi çalışan aşçılar, soyunma odasının merdivenlerinden çıkarken kaplumbağa hızında, "ah"laya "of"laya tırmanıyor 20 tane basamağı. Bense sıra beklediğim için soyunma odasında, merdivenin bir basamağına çöküvermişim, inanın ucunda eve gitmenin cazibesi olmasa kimse kaldıramaz beni o basamaktan:) Öyle bir yorulmuşum ki, ama bunu oturmadan anlamak mümkün değil. Çıkma vakti gelmemiş olsa, mutfakta kalmaya devam etsem aynı tempo çalışacağım. Acayip bir şey mutfağın enerjisi. Dışına çıkınca anlıyorsun ne kadar yorulduğunu.

Bu aralar eve gelince Yüzüklerin Efendisi'nin DVD'lerini koyuyorum player'a; sevdiğim bölümlerini izliyorum. Elim, Tolkein'in Hobbit'ine, Harry Potter'lara, Ursula'nın romanlarına kayıyor. Halen okuduğum Şairin Romanı da bana o fantastik, gerçeküstü hissiyatı verdiği için çoğunlukla elimden onu düşürmüyorum gerçi ama biraz böyle gerçeküstü dünyalarda, hikayelerde dolanmak hoşuma gidiyor, ruhumu dinlendiriyor sanki. Şimdi düşünüyorum da, sanki mutfak da bir gerçeküstü dünya benim için. Çocukluğumdan beri böyle dünyalara tutkun olan ruhum, sonunda bu yüzden bunca karmaşaya, çılgınlığa rağmen huzur bulduğu yeri buldu sanırım.

Bizim dünyada işler böyle işte! Çılgın cumaya, çılgın cumaların şerefine:) Ha bu arada bizim mutfakta bir de Cuma Şef var, kendisi de en az cumalar kadar çılgın bir adamdır, adını sonuna kadar hak ediyor yani. Onun da şerefine olsun bari:)

14 Haziran 2011 Salı

Misafir var!

Tam olarak kaç yıl önce olduğunu hatırlamıyorum. En az 10-12 yıl olmalı. Ege'nin o en sevdiğim sahil kasabasında, çocukluğumun, lise ve üniversite yıllarımın yazlarını ışıltısıyla boyayan güzel Örenim'de birlikte büyümeyi düşlediğim meyve ağaçlarının fidanlarıyla toprağı buluşturmak için elimizi kolumuzu her yanımızı toprağa bulamıştık, ben, babam ve hep toprakla uğraşmaktan elleri de toprak rengine bürünmüş bahçıvan dede. O gün toprakla buluştular ve çok sevdiler birbirlerini. Erik oldular, kiraz oldular, kayısı oldular; yıllar içinde sayılmayacak kadar çoğaldılar, sadece bizim haneyi değil, tüm komşu haneleri bile doyuracak kadar bereket oldular.


Evet, ben birlikte büyümeyi düşlemiştim onlarla. Büyüdük de. Ayrı ayrı şehirlerde, çoğu zaman birbirimizin haberlerini hep anne-babadan duymak zorunda kalarak da olsa birlikte büyüdük. Arada ziyarete gittiğimde nasıl da kocaman olup gökyüzüne uzanmış olduklarını gördükçe coşkulu hayretlere düştüm, gözlerime inanamadım. Sanki ben hep aynı o ufak çocuk halimle kalmışım gibi, sanki serpilip koca eşşek olmamış, yüzüme yeni çizgiler, ömrüme acı tatlı hikayeler eklememişim gibi.

Yanlarında olup bereketlerini dallarından kopararak tatmak gibisi yok ama bu aralar mutfağa köklenmekle uğraşan bir mutfak cadısı olarak İstanbul dışındaki özlenenlere kavuşmak pek mümkün olmuyor, olamıyor. Ben gidemesem de onlar bana gelebiliyorlar neyse ki.

Yorgun bir mutfak gününden sonra eve dönüp buzdolabını açtığınızda dünyanın en güzel kırmızısı ve yeşiliyle karşılaşmaktan daha güzel olan şey, o kırmızı ve yeşilin yıllar önce sizin toprakla buluşmalarına vesile olduğunuz kırmızı ve yeşil olmasıdır. Yılın en güzel eriğini ve kirazını 5 gündür yiyorum ben. İçinde çokça geçmiş, anı, özlem barındırdığı için mi bu kadar lezzetliler; beslendikleri toprağın bereketi mi onları böyle yapan bilemiyorum, belki de her ikisi birden.

"Yıllar evvel dikimlerine kendi ellerimle yardım ettiğim Ören'deki meyve ağaçlarının kirazlarını, eriklerini yemek, kokularını duymak... En büyük vefayı insana yine doğa gösteriyor sanırım" diye not düşmüşüm defterime. Pek çok şey gibi vefayı da bize hatırlatan şey yine doğa aslında. Kim itiraz edebilir ki buna?

Mutfak maceraları "marş" ve "bom" arasında çılgın bir koşturmacada süredursun, 'yuva'ya dönüş yapmanın çoşkusunu yaşıyorum. Dün yani 13 Haziran itibarıyla ilk göz ağrım dediğim, çok güzel günlerimin geçtiği, çok şey öğrendiğim Meydan mutfağına dönüş yapmış bulunuyorum. Bana bir yıl gibi gelen çok zor bir yirmi günden sonra yine olmam gereken yerdeyim. Münakaşa, açık kapatma, düzensizlik pişirmektense, yeniden yemek yapmaya, sebzeye meyveye hamura bulanabildiğim bir mutfağa dönmüş olmak güzel... Bu mesleği neden istediğimi unutmadığım ve artık memnuniyetsizliklerimi içime atmaktansa sesimi çıkartıp tercihlerim yönünde müdahalelerde bulunabildiğim için de kendime teşekkür ediyorum. Zaman içinde, değiştirmeye söz verdiğim huylarımı biraz olsun değiştirebildiğimi görmek güzel...

Derin bir oh çekerek devam ediyorum yoluma. Eriklerim ve kirazlarım hala bitmediler, dolapta daha birkaç gün daha bana Ören'in lezzetleriyle, kokusuyla eşlik etmeye devam edecekler. Ben yorgun argın eve döndüğümde özlemlerimi onlarla gidereceğim. Ve belki de yaz böyle geçip gidecek... Ya da belki nice bilinmez süprizlerle... Kimbilir?

11 Haziran 2011 Cumartesi

"Marş" ve "Bom" Kardeşler

- Soğuk! 84 numaranın bonfile salatası marş!

- Bonfile salata Bom!

------------

- Sıcak! 54 numaranın sorantina makarnası marş!

- Sorantina bom!

Gökyüzünden sizi profesyonel bir mutfağın içine bıraksalar, emin olun belki tencere tava sesinden bile daha çok duyacağınız iki kelime "marş" ve "bom" olacaktır. Kendi kendilerine çok manasız, ama bir mutfağın içinde telafuz edildiklerinde belki de her şeyden daha anlamlı ve kritik olan iki kelime...

Masalarında oturmuş, sakin sakin aç karınlarını doyurmayı bekleyen restaurant misafirleri garsonlara siparişlerini verdikten sonra mutfakta kendileri adına nasıl bir koşturmacanın başladığından habersiz oluyorlar elbet. Ama sipariş fişi cihazdan çıkıp önümüze düştüğünde eğer o fişin üzerinde her istasyondan (sıcak, soğuk, pizza vs.) farklı farklı sipariş varsa yemeklerin senkronize bir şekilde aynı anda çıkabilmesi için en uzun sürecek yemeği yapan istasyonun belli bir aşamada diğer istasyonlara marş çekmesi gerekiyor. Örneğin bir sipariş fişinde çok pişmiş bir bonfile ve patlıcanlı pizza var diyelim. Bonfilenin pişmesi 20, pizzanın hamurunun açılıp malzemesinin döşenmesi, fırına atılması ve pişmesi 10 dakika sürüyor. Bu nedenle bonfilenin pişmesi yarı aşamadayken sıcak istasyonunun pizzaya marş çekmesi gerekmekte. Aksi takdirde o masanın yemekleri aynı anda çıkmamış olur ki bu asla istenmeyen bir şey. Önünüzde bir tane fiş varken sorun yok, ama aynı anda 10 tane farklı fiş varken tahmin ederseniz ki bu organizasyonu yapmak, hangi yemeği ne zaman yapmaya başlayacağınızı, diğer istasyonları ne zaman doğru şekilde yönlendireceğinizi planlamak oldukça meşakatli oluyor.

Bir masanın yemekleri garsonun eline ulaşmadan evvel şefin önüne son kontrolü yapması için aynı anda gitmedi mi? Vay halinize! O anda o mutfak yarılsın, siz de içine girin daha iyi!

Geçen gün deli bir öğlen servisi yoğunluğunun ardından verdiğim 10 dakikalık bir çay molasında bir mutfak hikayesi yazsam ne yazardım diye düşündüm. Aklıma direk "marş" ve "bom" ikilisi geldi. Sanırım bu ikiliyi vücuda getirip "marş" ve "bom" kardeşlerin mutfak maceraları kabilinden bir şeyler karalardım. Artık birilerinin bu ikiliyi cansız duruşlarından çıkarıp onlara hak ettikleri değeri vermesi gerektiğine inanıyorum:)

Zira bir mutfakta çıkan bütün kavgalar da, hoşbeşler de hep bu ikili üzerinden yürür. Bir istasyondaki aşçının diğer istasyondakini sevip sevmemesi, hoşlanıp hoşlanmaması büyük oranda ona zamanında marş çekmeyi unutup unutmaması üzerinden şekillenir. Ne zaman servis sırasında iki aşçı arasında seslerin yükseldiği bir münakaşaya rastlasanız, altını kazıdığınız anda neden olarak bu muzur ikili çıkıverir. "Bana zamanında marş çekmedi", "Ben ona marş çektim", "Ben bom demediysem hazır değilim yemeği vermeye demektir" vs. vs. vs. Sonunda mutfağın şefi gelir, her iki aşçıyı da bir güzel paylar, "marş" ve "bom" kardeşler de bir dahaki ortalığı karıştıracakları âna kadar ortadan yok oluverirler.

Bana hayatının son beş ayını özetle deseler, sadece iki kelime kullanırdım: "marş" ve "bom"! Kısa ve net. Bundan âla özet mi olur? Her şey bu iki kelime arasında geçen bir uzun macera işte!:)

8 Haziran 2011 Çarşamba

"Kaybolmadan öğrenemez ki insan!"

Bazen derin bir sessizlik giriyor hayatla insanın arasına. Sessizliğin de bir anlamı var aslında. Kendi dili, lisanı, anlattığı, anlatmak istedikleri... Böyle zamanlardayım sanki biraz. İçimde bir fırtınadır gidiyor, Barselona'dan döndüğümden beri hiç sakinleşemedim. Sese geçmeyen, ses bulmayan bir fırtına... Hissediyorum yine taşlar oynayacak hayatımda; sahte güvenliklerden vazgeçip bilinmez, yepyeni ama heyecan verici sulara açılacağım.

Barselona dönüşü, Katalan diyarında aldığım tüm nefesleri bir çırpıda içimden söküp almak için var gücüyle bastıran bir mutfağın içine düşüverdim. Alıştığımın çok ötesinde bir düzene sahip, yolları taşlarla, dikenli tellerle örülü bir mutfak... Noluyoruz dediğim ilk birkaç günün sonrasında "düzenimin, yolunda giden maceramın önüne böyle bir engel çıkmasının nedeni ne ola acep?" diye düşünmeye başladı bu huzursuzluğa gelemeyen ruh.

Alışkanlıkların getirdiği rahatlığa kendini çok kolay kaptırabilen bir bünyem var benim. Hele de eğer alıştığımı seviyorsam, ona gönülden bağlıysam, yeniliklerin bana derin ve engin nefesler getirecek olduğunu bilsem de zor vazgeçip rahatlığı bozmaya cesaret edemeyebiliyorum. Ama işte hayat, benim edemediğim cesaretleri, aklıma getirmeyi bile tercih etmeyeceğim yenilikleri şak diye getirip yoluma koyuyor.

Çok mutlu olduğum Meydan mutfağından staj sonrası başka mutfağa "sana orda daha çok ihtiyacımız var" dendiği için ayrıldığımda, çok alışmış, çok sevmiş olduğum bir mutfaktan ayrılıyor olmaktan ötürü fazlasıyla buruktum. Bir huzursuzluk bulutunun altında kalıncaysa "neden oldu ki şimdi bu?" sorusu beliriverdi doğal olarak. Ve bir şekilde bu dönemde karşıma çıkan insanlarla yeni mutfaklar, yeni mutfak türleri üzerine düşünmek, hayatın önüme getirdiği bir seçenek oluverdi. Meydan'da kalsaydım muhtemelen bunları hiç düşünmeyecek; rahatlığımın, huzurun, alışkanlıklarımın esiri olmayı tercih edecektim.

Somut olan bir şey değil aslında bu bahsettiklerim. Halen çalışıyor ve vazgeçmiyorum, geçmem de. Sadece bazı kilitler, anahtarlarını buldu sanki zihnimde. Yapabileceklerimin çemberi önümde ufak bir yarım ay boyutunda dururken şimdi ufkum, bir anda 360 dereceye ulaşıverdi. Zamanın getireceklerine, bilinmezliğin süprizlerine kapım açık. Ne olur, ne şekilde olur bilemiyorum ama bazı şeyler değişecek sanki, bunu hissediyorum.

Zaten pek çok değişim de yolunda gitmeyen bazı şeylerin sonucu olmuyor mu? Önce 'kaybolmak' sonra 'bulmak', 'bulunmak' gerekiyor. Tıpkı Murathan Mungan'ın Şairin Romanı'nda bir karakterinin ağzından dediği gibi: "İnsanlar eskiden kaybolmaktan bu kadar korkmazlardı. Kaybolmanın, insanı zenginleştiren serüvenlerine olanak tanırlardı; yazık, bazı şeyleri kaybolmadan öğrenemez ki insan!".
-----------------------------
Not: Barselona çok güzeldi, nice unutulmaz anı keyifle bizimle birlikte ülkeye döndü, bir kısmını da paylaştım, elimden geldiğince zamana not düşmeye çalıştım. Ama bir konu daha var ki, bilinçli bir tüketici olarak ne yapıp edip iki çift laf etmeyi bir sorumluluk biliyorum. Tur programına katılmadan, kendi başımıza, kendi programımızda gezmeyi en başından beri planlamış olmamıza rağmen uçak, vize vs gibi konularla uğraşacak zamanımız olmadığından bir turla gitmeyi tercih ettik Barselona'ya. Ama herhalde kendimiz uğraşsak bu kadar zorlu, sinir bozucu ve meşakkatli olmazdı hiç bir şey. Bamtur'u tercih etmekle nasıl bir hata yapmış olduğumuzu seyahatimizin her adımında çok daha iyi anladık. Vize alma süreçlerinde yaşanan sorunlar yüzünden telefonun suratımıza kapatılmasından tutun da, muhatap alınmamaya varana dek bir dolu sorun... Barselona havaalanına indiğimizde diğer turdaki insanlarla tanışınca da sorun yaşayanın sadece biz olmadığımız, herkesin bir dolu problemle karşılaşmış olduğunu gördük. Üstelik şehrin merkezinde kalmak için çok daha fazla para ödemiş olanların da, merkeze uzak daha az ücret ödeyen bizlerle birlikte kalmaya mecbur edilmeleri, üstelik rehberin de yardımcı olmak konusunda son derece kaba davranışları bardağı taşıran son damla oldu. Tur kapsamındaki tüm gezilere katılma arzusuyla gelenler, hiç bir tur gerçekleştirilmediği için katılamadılar. Bundan sonra bedava dahi gönderseler bu şirket kapsamında hiç bir geziye katılmayacağımı biliyorum. Uyarmak, gezgin ruhların hepsine bir borçtur.