29 Temmuz 2011 Cuma

Narlı hatıralar, nardan hatıralar...

Evin hem daimi hem geçici sakinleri şirin anne ile şirin babanın kısa İstanbul seyahatlerini tamamlamalarıyla yeniden yalnız kaldığımız malikanemizde salonun bir köşesine kurulup, uzuuun zamandır başucumdan bana göz kırpan Hikayeden Çocuk'u elime almanın zamanı gelmişti.


Kucağında nar tutan bir çocuk, etrafı narlarla kaplı bir kitap kapağının üzerinde yerini almış bana bakıyor. Evet, önce kapağına aşık oldum ben bu kitabın. Ve bir de ismine elbet... Hikayeden Çocuk...

Onur Caymaz'ın yazıyla tutkulu, tutsaklı, sevdalı ilişkisini anlattığı 15 yıllık yazarlık serüvenin hikayesi Hikayeden Çocuk... Kelime kelime, satır satır yazarak büyüttüğü bir çocuğun varoluş hikayesi...

Daha ilk sayfalarından satırlarını bıraktı bende Caymaz. Haksızlık bu dedim, daha ilk sayfalardan yapılmaz bu! Ben bu geceyi okumaya ayırmıştım, ama okuduklarımla içimdeki yazı canavarını harekete geçirdin, şimdi olmadı bu dedim.

Bazı satırlar bünyeye girince an itibarıyla derin yerler ediniyorlar kendilerine. Ama o yeri edinirlerken bir sancı oluşuyor girdikleri bünyede. Durmadan, düşünmeden edemiyor insan. Satırların harekete geçirdiği kendindeki izleri takip etmeden, maziye doğru yolculuğa çıkmadan edemiyor.

Edirne'de bir kış ikindisinde kaldığı otel odasında mavi ciltli defterine "hatıra" ile "anı" arasındaki farkı yazmaya çalıştığı satırları okuyorum. "Anı kolay, zorlu olandır hatıra" diyor Caymaz. Hatıralar, narla kaplı bir kitap, Dostoyevski'nin "insanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır" sözleri, tek başlarına bir anahtar olup mazimdeki koca bir narın kabuğuna vuruyor ve içindeki binlerce nar tanesini 'hatıra' taneleri olarak seriyor önüme. Narlı hatıralar, nardan hatıralar...

Güzel insanlar damgasını vurdu hayatımın son 7-8 yılına. Kimisi zamanını doldurdu geldi geçti, kimisi daimi yerler edindi, geldi kaldı. Ama geçenlerle de, hala kalanlarla da nice güzel hatıralar birikti; hatıralar temelli alışkanlıklar oluştu.

Narın, Ermeni kültüründe ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu öğrendim ben onlardan. Rengime renk katan bilgilerden biri oldu. Evlenirken gelinlere nar kaldırmaları, içinden kaç nar tanesi dökülürse gelinin, bir bereket simgesi gibi o kadar çocuğu olacağına inanmaları, her yeni yıla girişte gece 12'yi geçer geçmez evlerinin kapısı önünde nar patlatmaları ve ne kadar çok nar tanesinin etrafa yayılmasına bakarak o yılın ona göre bereketli geçeceğine olan inanışları... Kendi nar patlattığımız yılbaşı gecelerini hatırlıyor ve gülümsüyorum. Bu hatıralar temelli alışkanlıklarımla bundan sonraki yılbaşlarımda patlatacağım narları düşünüyor ve buna da gülümsüyorum. Türklerin aşure, Ermenilerin anuşabur dedikleri o bence dünyanın en zengin tatlısını, bundan sonra dünyanın neresinde, ne zaman ve ne olarak yapıyor olursam olayım, üzerine her birkaç nar tanesi serpişimde bu hatıralarımın canlanacağını biliyor ve hepsini kendi zenginliğim olarak taşıyorum.

Daha ilk sayfalardan çok fazla hatıra döktü benden Hikayeden Çocuk. Gecenin rengini okumaktan yazmaya çevirdi. Onur Caymaz'a, onunla tanışmama vesile olan güzel kadına bir kere de bu sayfalardan kocaman sevgiler gönderiyorum. İkinizin de yaşamından yazmak, paylaşmak, yaratmak ve okumak eksik olmasın!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Muhabbetli sofralar...

"Kimi evde yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı".

Takuhi Tovmasyan'ın Sofranız Şen Olsun kitabının giriş yazısında yer alan bu satırları, özenli sofralar hazırlamak için ne zaman mutfağa girsem hatırlarım. Zamanda ilerleyip yaşıma yaş, geçmişime yeni sayfalar ekledikçe kurulan sofraların değeri de, o sofraları muhabbet dolu anları biriktirmek için kuruyor olmanın bilinci de artar oldu bende.


Profesyonel mutfakların önlüğünü, kepini, ceketini üzerimden atıp kendi mutfağıma girdiğimde pili sıfırdan yüklenmiş gibi enerji dolmam da bundan olsa gerek. Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz insanlara yemek pişirmek ne kadar heyecan vericiyse sohbetini, zevklerini, rengini bildiğiniz dostlarınıza, sevdiklerinize bir şeyler pişirmek de o kadar keyifli...

Geçenlerde, "vedalaşılacak eşyalar/benle yaşamaya devam edecek eşyalar" belirlemesini yapmak için hepsinin tıkıldığı arka balkonlara, koca gardropların üst raflarına derinden bir dalış yapmışken iki yıl kadar önce çok severek almış olduğum bir şeye değiverdi elim: piknik sepetim!

Aldığım dükkanın rafında sepeti gördüğüm anda benim olması için duyduğum heyecan, çıkılacak pikniklere dair kurduğum hayaller de birlikte çıkıverdi o dolabın içinden. Artık geçmişe dair hatırladığım her şeyde olduğu gibi buruk bir tebessüm de gelip oturuverdi dudağımın kenarına ama sadece kısacık bir an... Çünkü mevsim yaz, keyifli anları paylaşacak da çokça arkadaş olunca yepyeni sofralar, yaz rengi piknikler de bizim olacaktı kuşkusuz.

Ağaç altına kurulmuş bir masa, zevk duyarak hazırlanmış birkaç meze, aslan sütüyle beyaza boyanmış kadehler, geceden daha çok keyfimizi aydınlatan birkaç mum, masayı çevreleyen dört sandalyeden çıkan volumü rengarenk dört çeşit kahkaha... Yani Tovmasyan'ın yazdığı gibi muhabbet için kurulmuş ve muhabbetle kaldırılmış bir sofra...


Sofranın sakinleri bizim gibi MSA mezunu mutfak sevdalıları olunca muhabbetin rengi de, tonu da, ritmi de mutfak üzerine oluyor elbet yoğunlukla. Aynı mutfağın içinde omuz omuza hamur açtığın, sos karıştırdığın arkadaşlarınla benzer hayalleri paylaşmak kadar farklı hikayelerin geldiği noktayı dinlemek de büyük keyif...

Hayatın yüklerinden sıkılıp kendini ezen her şeyi bir kenara atarak ferahlamak ve hayatını tekrardan eline alabilmek için Gökçeada'nın gözlerden uzak bir kıyısında kendine ufak bir klübe yapan, çevresindeki toprağı ekip biçen bir baba ve zaman zaman onu ziyarete giderek klübenin önünde denizden tuttuğu balıklara babasının o anda hazırladığı mezeleri ve iki tek rakıyı katık ederek babasıyla belki de en büyük keyiflerden birini paylaşan bir oğul... Dün gece dinlediğim en güzel hikayelerden biriydi bu. Hayatlarını değiştirmeye cesareti olan insanlara saygım öylesine sonsuz ki! Bunu her yeni kelamda, her yeni hikayede bir kere daha anlıyorum.

Çocuklarıma, torunlarıma miras kalması için yazmak istedim diyor Takuhi Tovmasyan, sadece tarifleri değil, sofra muhabbetlerimizi de yazmak istedim. Ben de işte tam da bunun için yazmak istiyorum... Bunun için yazmak, bunun için tarihe not düşmek...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Bazı günler gün doğmadan başlar!

Çünkü uyku, ikamet ettiği bedeni olması gerekenden üç saat önce terk eder ve Zeren gözlerini sabaha karşı 4.30'da açar. Ortalık daha karanlıktır, en zifirisinden denecek şekilde. Bir müddet uykuyla yeniden kavuşmak için mücadele edilir, bir sağa bir sola dönerek ama nafile! Uyku çoktan geldiği alemlere kaçmıştır.

Çok sık olmasa da arada böyle durumlarla karşılaşmaktan tecrübeli bünye, durumu katiyetle zorlamaz. Yatak, ivedilikle terkedilir. İşe gitmek için yaklaşık 3 saatlik bir zaman dilimi olunca da madem öyle Ören'den gelen mis kokulu domateslerle güzel bir kahvaltı hazırlamaktan daha güzel bir seçenek olmadığına karar verilir. Koca bir demlik taze demlenmiş çay, keserken çıkan kokularla bana yaşamam gereken yerleri sorgulatan güzellikte kankırmızı domatesler, bir dilim gözenek gözenek tuzlu ve yağlı beyazpeynir (evet kabul ediyorum en zararlısı bu olabilir ama ben peyniri böyle seviyorum) ve iki dilim kızarmış ekmek... Bence en az uyku kadar cazip bir sabah manzarasını oluşturuyor bu dörtlü.

Gün yavaş yavaş ağarırken, o çok sevdiğim sabah aydınlığı yavaştan yeryüzünü, çatıların, arabaların, ağaçların üzerini kaplamaya başlamışken mutfak penceremden görünen bir manzara var ki onu çok seviyorum ben. Hem odam hem de mutfağın penceresi mahallemizin tek ve gerçekten de çok sevilen pastanesini görüyor. Ortalıkta in cin top oynarken, karanlık her yanı siyaha boyamış ve sabaha kavuşmaya daha zaman varken, en ama en önce pastane uyanır bizim mahallede (ve aslında belki de pek çok mahallede). Öylesine erken bir saatte uyanmışken bu sabah olduğu gibi, çatısından çıkan dumanları görür ve içeride nasıl hummalı bir çalışma olduğunu düşünürüm. Gün ağarır ağarmaz ortalığa dökülmeye başlayacak sabah açlığındaki insan kalabalıkları için poğaçalar, açmalar, çörekler, usta ellerin altında şekil bulmaktadır o anda. O pastanenin ustaları, her sabah bizim kör karanlık dediğimiz saatlerde sıcak yataklarından çıkıp atmaktadır kendilerini yollara. İçeride olan telaşlı manzarayı düşünmek, ortalığın nasıl bir poğaça kokusuna bulanmış olduğunu hayal etmek... Tek başına bu bile, bazen kör vakitte uyanmak için güzel bir nedendir aslında.

Bir yanda bu manzara, bir yanda kendi mutfağımdaki domates ve çay kokusuyla kahvaltım tepsideki yerini aldı, ben de TV karşısındaki yerimi. Çünkü canım fena halde Harry Potter çekmekteydi sabahın o vakti. Malum son filmiyle şu ara yeni vizyona girdi. Henüz onu izlememiş olsam da, önceki bölümlerinden en sevdiğim Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nı koydum player'a ve bir yudum çayımdan, bir çatal peynirimden, bir nefes de Harry'nin, Karanlık Lord'un yeniden can bulmuş olduğunu Sihir Bakanlığı'na kabul ettiremezken yaşadığı maceralardan çektim içime. Tüm filmi izleyecek vaktim olmasa da, sevdiğim sahneler üzerinden ilerledim ve çok keyifli bir geçiş yaptım karanlık geceden, aydınlık sabaha.


Sihire, büyüye, cadılara, ejderhalara, sihirli asâlara, fantastik güçlerle donatılmış insanlarla çevrili dünyalara tutkuyla meraklı bir insancık yaşıyor benim içimde. Bu yüzdendir ki Ursula Le Guin, Isaac Asimov, Tolkein, Neil Gaiman, başköşesindedir kütüphanemin. Onlar asil ve ayrıcalıklı sakinleridir o rafların.

İtiraf etmem gerekirse Harry Potter da kitaplarından sonra filmleriyle çokça hayalkırıklığı yarattı bende de. Zira ben de kitaplarını okuyan değil, resmen yiyen o fanatik okuyuculardan biriydim. Ve asla ama asla kitaplardaki ritim, heyecan, alt metinler, sosyal mesajlar, toplumsal eleştiriler yer almadı filmlerde. Ama ne olursa olsun, filmlerin de çok sevdiğim yanları olduğunu söylemeden geçemem. Örneğin hemen her filmde olan öğrencilerin sene başında trenle Hogwards'a gitme sahnelerini çok severim. O tren, dumanını tüttüre tüttüre dağların, ovaların, nehirlerin arasından tıngırdayarak ilerler büyülü, kocaman dev şatoya doğru... İlk bölümlerde daha renkli görüntülere sahne olurken, seri ilerleyip hikaye gittikçe karanlıklaşmaya başladıkça bu tren yolculukları da oldukça gri ve tedirgin edici bir hal alır. Sonra şatoda yenen o şatafatlı yemekler, baykuşların haber götürmek için şatonun en tepesinde sahiplerini bekledikleri oda... Sanırım hikayenin genelinden çok, bu detaylarını daha çok seviyorum ben.

Bu arada resimdeki minik sevimli cadıyı da bu vesileyle tanıştırmak istedim. Adı Samantha! Kendisiyle Barselona'da karşılaştık ve hemen mutfak cadıları kulübüme üye olmayı kabul ederek benimle İstanbul'a geldi:) Arada ben mutfakta yemek yaparken süpürgesine binip geliyor yanıma ve o sihirli süpürgeyi daldırıyor kaynayan tencerenin içine... İki karıştırmayla ortaya nasıl mucizeler çıktığına inanamazsınız:) İşte bu da bizim evdeki fantastik dünya!

Güzel günler, güzel sabahlar, güzel kahvaltılar bizimle olsun!

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Bir final daha...

Ne yazacağımı tam olarak bilmeden, sadece yazmak istediğim bir gece bu gece. İki saattir durmaksızın kitabımın derinlerine gömüldükten sonra yoğun bir yazma isteğiyle oturdum ekranın başına. Şu an bu yazının sonunun nasıl biteceğini bilmeden öylesine yazıyorum.

Yoğun koşturmacaların yetersiz kıldığı zamanlardan sonra bu gece ilk defa dizdim mumları etrafıma. Minik oda arkadaşlarım masamın üzerinde, Barselona'da gitarına vurulduğumuz Gaby Sellanes'in CD'si player'da...


Aslında tüm bu törenin bir nedeni olduğunu itiraf etmem gerek. Daha evvel de pek çok kez belirttiğim gibi benim, çok sevdiğim, gönülden bağlanarak okuduğum romanların finallerini özel bir ortamda, ona yakışır şekilde yapmam gerekir. Bu, kitaplarla olan yoldaşlık geçmişimde ne zaman ve ne şekilde başladığını bilmediğim törensel bir alışkanlık.

Bu geceki ayinin sebebiyse Şairin Romanı'nın son sayfalarına gelinmiş olmasıydı. Zira oldukça uzun zamandır bana eşlik eden, hatta ülke değiştirirken bile canım dostumdan sonra en yakınımda benimle birlikte seyahat eden Şairin Romanı artık satır satır ruhuma işlenmişken onu sıradan bir okuma anıyla uğurlayamazdım. Dile kolay, çok alıştığım, hikayeleri adeta benim olmuş Bendag, Mootah, Gamen, Umma... Onlarla vedalaştım ben bu gece.

Yollara, gitmelere, gidememelere bu kadar takılmışken, içim bu aralar sürekli bunlarla çalkalanırken biliyorum ki yine bana gelmiş olmasının bir anlamı vardı Şairin Romanı'nın. Şimdi, tam da bu dönemde okumam, sıradan bir buluşma değildi. Çok alışkın olduğum bu enerji buluşmaları artık şaşırtmıyor beni. Sadece hâla küçük bir tebessüm dudağımın kenarında...

Yollara, yolda olmaya dair öyle çok cümle ve insanlık halleriyle dolu ki Şairin Romanı, ben altını çizdiklerimle neredeyse bir defter doldurdum diyebilirim. En anlamlısıysa aslında 'yol'un, sadece somut olan 'yol'dan ibaret olmadığını anlattığı anlardı benim için. Asıl yol, bizim içimizde olandı (Biliyorum, sen hep bana bunu söylersin Ecem:)). Kendini 20 yıl boyunca evinin dört duvarı arasına gönüllü bir tutsaklığa mahkum etmiş Mootah'ın kendi içinde onca yıl nice yollar tepmemiş olduğunu kim söyleyebilirdi ki yaşadıklarını öğrendikten sonra?

Bazen yol gerçekten somut bir şeydir, saatlerce, günlerce kat edilen, ucunda bambaşka bir mekana, ortama varılan. Bazense topyekün bir hayat akışıdır, kilometresi araçlarla değil, birfiil özümüzü tazelemekle, değiştirmekle, belirlemekle tepilen. Son bir buçuk yıldır böylesi bir yoculuğun kahramanı olduğumu kim inkar edebilir? Otuz yıllık yaşamımın en derin yolculuğuna bu zaman zarfında çıkmışım aslında, ben tepmediğimi düşündüğüm yolların içimdeki kışkırtmalarıyla çalkalanıp dururken.

Bir roman daha böyle bir finalle bitti, şimdi bir yazı daha bu satırlarla bitiyor. Başlarken ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum demiştim. Şimdi şu sayfalara bakarken içimden yazmak istediğim tek cümle şu: iyi ki varsın be blog, üç küsür yıldır öyle çok ânıma tanıklık ettin ki!

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Yakışıklı Vikingler!

"Sarışın yakışıklı Vikingler şehri, İskandinavya'nın başkenti. Burası Stockholm! Sana buradan yazıyorum... İnanılmaz güzel bir yer burası. Sürekli kitap okumak, yazı yazmak ve sokaklarda dolaşmak istiyor insan. Batmayan güneş bir başka his veriyor insana. Dilerim birlikte yaparız bunları. Listeye Stockholm'ü de ekle!:)"

Üzerinde böyle satırlar olan bir kart almak... 2011'in bana armağanı, çekik gözlü bir gezgin ruhtan... Ruhunu, bedenini, zihnini Uzak Doğu, Avrupa ve Anadolu arasında bölüştürmüş bir güzel insandan...

Uzun zamandır yollardaydı o. Aramak için, bulmak için, çözmek için ya da sadece 'olmak' için yollarda olması gereken insanlardan biriydi. Yolun iyi geldiği insanlardan biri... En çok havaalanlarını, uçakları, trenleri sevmesi de ondandı. Yıllar evvel çıktığı interrail gezisinde trenle Avrupa'nın o şehri senin bu şehri benim gezmesini anlatırken gözlerinde beliren ışığın rengi, işte tam da bundan daha bir parlaktı. Yollara, şehirlere, kültürlere olan merakının bir sonucuydu dillere olan tutkusu da... Hangi Kore tutkunu gidip de kendi kendine Korece öğrenmeyi becerir ki? O'ydu işte bu sorunun cevabı. Tutkuydu içindeki; oydu öğreten, merak ettiren. Doğal bir sonuç yani, zorlama değil.

Bazı ruhlar huzursuzdur. Durulmazlar. Sürekli çalkalanırlar. Öyleydi biraz da. "‎Hiç bir yerde huzur bulmamak bazılarının kanında vardır. Hiç bir yeri yurt tutamaz böyleleri. Kanları hep başka yere akar. Onları hayallerinin ardından gider sanırsınız çoğu kez; oysa sadece kanlarını kovalarlar" demişti Murathan Mungan Şairin Romanı'nda. Altını çizmiştim kalın kalın. Yetmemiş, defterime de not almıştım. Ne de olsa almışız benzer çalkantılardan nasibimizi biraz olsun biz de. En iyi biz anlar, en az biz sorgularız böylelerini.

O da öyleydi biraz işte. Huzursuz ve sürekli çalkalanan bir ruh. Yollara, gitmelere olan tutkusu da bundandı biraz. Kararlarını en rahat yollarda verenlerdendi. Çünkü yol özgürlük demekti. En rahat kararlar da yollarda, bu özgürlüğün sınırsızlığında alınanlardandı.

Gitmek... Bu hissin yarattığı heyecanı benden daha iyi, benim gibi olanlar anlar ancak sanırım. Gitmekle kalmak arasında sıkışıp kalmış bir ruh benimkisi de. Oldum olası... Bir varoluş meselesi sanki bu. Doğuştan kanıma şırıngalanmış bir zehir. Bir yanım farklı olanların, farklı dillerin, farklı kültürlerin, farklı yemeklerin, farklı manzaraların, farklı evlerin, otellerin merakıyla çalkalanır ve kanatsız bir kuş misali ordan oraya uçmak isterken diğer yanım kök salmaya, aileye, dostlara, eve, eşyaya meraklı...

Hayat, benim için şimdiye kadar hep 'kalmak'tan yana ağırlaştırdı terasini. O nedenle hep özlenen oldu 'gitmek'. Zaman içinde fazla uzamış olan kökleri kesip gökyüzüne uzamanın da sanıldığı kadar kolay olmadığını görse de insan, denemek ve yolları yaşamına katmaktan hiç vazgeçmek istemiyor yine de.

Şu yaşına kadar önündeki yolu bildiğini, standart bir gerçeklikte yürüyüp gideceğini sanarken hayatın süprizli yolları olduğunu da keşfeden biri yazıyor bu satırları. Yılardır büyütüp beslediğim, hatta neredeyse boyumdan büyük insanlar haline dönüştürdüğüm, ama sonunda başa çıkamadığım için de altında ezildiğim hayallerim vardı benim. Sahip olmak için öylesine yırtındım ki, olmadıkça tırmık tırmık kan revan içinde kaldı her yanım. Ne zamanki akışına bırakıp hayatın ellerine teslim ettim bazı şeyleri, o çok istediğimi sandığım hayallerin bile bir saplantıdan ibaret olduğunu, izin verdiğim ve hayallere takılıp kalmadığım sürece, onların bile değişime uğrayabileceğini gördüm.

Aşçılar kenti, sarışın yakışıklı Vikinglerin ve İskandinavya'nın başşehri Stockholm'den sevgiyle gönderilen bir Viking kartının bende yarattığı izlerdir bunlar. Çok iyi anladığım bir ruhun, bu yazıyı okuduğunda beni çok iyi anlayacağını bildiğim bir insanın bana oldum olası hep dokunacak olan satırları...

En sonuna da bir not yazmış:

"Burası senin memleketin olsa gerek, her yerde somon var ve çok leziz! Aşçılar kentinden:)".

Stockholm, Barselona, belki Seul, Sicilya, Prag, Ayvalık, Nice ve daha pek çoğu... Sanki hepsi benim memleketim ve hepsini şu fotoğraftaki gibi kahve molaları vererek sizlerle dolaşmak istiyorum arkadaşım:)

3 Temmuz 2011 Pazar

Çakır keyif dilekler...

Klasik, olağan, kaçınılmaz bir mutfak diyaloğu:

- Bu kadar yoğun bir tempoda çalıştıktan sonra insan o kadar yoruluyor ki eve gittiğimde kılımı bile kıpırdatmak istemiyorum vallahi.

- Gerçekten öyle ama biraz sosyalleşmeyip dışarı da çıkmayınca o zaman da mutsuz hissediyor insan kendini.

Bin kere hissettiğim, milyon kere arkadaşlarla benzeri sohbetleri yaptığım bir durumdur bu. Tüm mutfak ahalisi benzer ikilemler arasında kavrulur durur.

Pazar günü bir sonraki haftanın çalışma saatlari belli olduğunda bu hafta 08.00-17.00 arasında çalışacağını öğrenen Zeren, hele ki günlerin böyle uzun olduğu yaz günlerinde mutfaktan erken çıkacağına sevinir. Tüm hafta akşamları onun olacaktır. Mutfak cadısı Zeren'in haricindeki diğer Zeren'lere de vakit kalacaktır.

Hafta başlar. Tüm günler deli bir koşturmacayla geçer. Saat 17.00 olur ama Zeren asla 17.00'de mutfağı terkedemez. 18.00 civarı "ee yeter artık çıkayım, yoksa açtığım gibi mutfağı da ben kapatıcam" diyerekten çıktığında o an hayatta kendisini heyecanlandıran üç şeyin olduğunu keşfeder. Yatağı, yastığı ve yorganı:) Yorgun bacakları sereserpe bir yatağa - ya da hadi koltuk da olur - sermek, dokuz saatini mutfakta pire gibi geçirmiş bir mutfak cadısı için en tarifi imkansız hazdır.

Ama Zeren ne yapar? Böyle pofuduk, konforlu hazlara kendini kaptırmaz. İçindeki büyük motivasyon damarının sesini sonuna kadar açar ve mutfak-ev arasındaki 15 dakikalık yolda yorgunluğu bir elbise gibi üzerinden çıkarması gerektiğini, yoksa ev-iş, ev-iş arasında yaşanan hayatların bir süre sonra nasıl kendini sıkmaya başladığını hatırlar.

Bendeki motivasyon damarı hayli güçlü bir damardır. Öyle ki adamı Harry Potter'ın sihirli değneyi deymiş gibi bir anda olduğu ruh halinden çıkarıp başka bir 'ruh'a sokabilir. Değnek işe yarar, Zeren bir güzel süslenir püslenir ve haftanın iki gecesi çoook keyifli sofraların ortasına bırakıverir kendini. Evet, yine sofra ama bu sefer pişiren değil, pişirilen taraftaydım:)


Cuma gecesi çok keyifli bir yağmur vardı İstanbul'da. Caddebostan'da, insana kendini Alaçatı'da hissettiren mavi beyaz tahta beyaz masalarla ve çok sevdiğim fenerlerle süslü olan bir meyhanede sohbet, kahkaha, rakı, meze, aşk, gözyaşı, Barselona, deja vu ve hatıralarla harmanlanmışken gecenin sonunda yağmurlu İstanbul kaldırımlarına ayak basmak... Çakır kafa yağmurda ıslanmak... Güzel, hem de çok güzelmiş! Üstelik sadece üç gece evvel yine aynı mekanda, bu sefer de çok güzel bir arkadaşlığın temellerini atarak geçirdiğim keyifli gecenin tadı hala damağımdayken...

O gece, 1 Temmuz gecesi çok sevdiğim dostlarımla kadehimi kaldırırken "hadi temmuz ayı için dileklerimizi dileyelim" dedi yine can dost. Geçen zamanda birlikte pek çok dileğin kadehini kaldırdık, pek çok gerçekleşen hayalin kutlamasında yine çınlayan kadehlerde hep birlikteydik. Aşkla çok içten dilediğim dileklerim vardı yine o gece. Çok fazla batıl inancı olan biri değilimdir ama "söylersen dileğin gerçekleşmez" batılına uyup şimdilik dileğimi kendime saklıyorum:)

Ama hepimiz için dileğim, Temmuz'un hayallerimizle birlikte gelmesidir, kim ne istiyorsa, diliyorsa...