16 Temmuz 2011 Cumartesi

Bazı günler gün doğmadan başlar!

Çünkü uyku, ikamet ettiği bedeni olması gerekenden üç saat önce terk eder ve Zeren gözlerini sabaha karşı 4.30'da açar. Ortalık daha karanlıktır, en zifirisinden denecek şekilde. Bir müddet uykuyla yeniden kavuşmak için mücadele edilir, bir sağa bir sola dönerek ama nafile! Uyku çoktan geldiği alemlere kaçmıştır.

Çok sık olmasa da arada böyle durumlarla karşılaşmaktan tecrübeli bünye, durumu katiyetle zorlamaz. Yatak, ivedilikle terkedilir. İşe gitmek için yaklaşık 3 saatlik bir zaman dilimi olunca da madem öyle Ören'den gelen mis kokulu domateslerle güzel bir kahvaltı hazırlamaktan daha güzel bir seçenek olmadığına karar verilir. Koca bir demlik taze demlenmiş çay, keserken çıkan kokularla bana yaşamam gereken yerleri sorgulatan güzellikte kankırmızı domatesler, bir dilim gözenek gözenek tuzlu ve yağlı beyazpeynir (evet kabul ediyorum en zararlısı bu olabilir ama ben peyniri böyle seviyorum) ve iki dilim kızarmış ekmek... Bence en az uyku kadar cazip bir sabah manzarasını oluşturuyor bu dörtlü.

Gün yavaş yavaş ağarırken, o çok sevdiğim sabah aydınlığı yavaştan yeryüzünü, çatıların, arabaların, ağaçların üzerini kaplamaya başlamışken mutfak penceremden görünen bir manzara var ki onu çok seviyorum ben. Hem odam hem de mutfağın penceresi mahallemizin tek ve gerçekten de çok sevilen pastanesini görüyor. Ortalıkta in cin top oynarken, karanlık her yanı siyaha boyamış ve sabaha kavuşmaya daha zaman varken, en ama en önce pastane uyanır bizim mahallede (ve aslında belki de pek çok mahallede). Öylesine erken bir saatte uyanmışken bu sabah olduğu gibi, çatısından çıkan dumanları görür ve içeride nasıl hummalı bir çalışma olduğunu düşünürüm. Gün ağarır ağarmaz ortalığa dökülmeye başlayacak sabah açlığındaki insan kalabalıkları için poğaçalar, açmalar, çörekler, usta ellerin altında şekil bulmaktadır o anda. O pastanenin ustaları, her sabah bizim kör karanlık dediğimiz saatlerde sıcak yataklarından çıkıp atmaktadır kendilerini yollara. İçeride olan telaşlı manzarayı düşünmek, ortalığın nasıl bir poğaça kokusuna bulanmış olduğunu hayal etmek... Tek başına bu bile, bazen kör vakitte uyanmak için güzel bir nedendir aslında.

Bir yanda bu manzara, bir yanda kendi mutfağımdaki domates ve çay kokusuyla kahvaltım tepsideki yerini aldı, ben de TV karşısındaki yerimi. Çünkü canım fena halde Harry Potter çekmekteydi sabahın o vakti. Malum son filmiyle şu ara yeni vizyona girdi. Henüz onu izlememiş olsam da, önceki bölümlerinden en sevdiğim Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nı koydum player'a ve bir yudum çayımdan, bir çatal peynirimden, bir nefes de Harry'nin, Karanlık Lord'un yeniden can bulmuş olduğunu Sihir Bakanlığı'na kabul ettiremezken yaşadığı maceralardan çektim içime. Tüm filmi izleyecek vaktim olmasa da, sevdiğim sahneler üzerinden ilerledim ve çok keyifli bir geçiş yaptım karanlık geceden, aydınlık sabaha.


Sihire, büyüye, cadılara, ejderhalara, sihirli asâlara, fantastik güçlerle donatılmış insanlarla çevrili dünyalara tutkuyla meraklı bir insancık yaşıyor benim içimde. Bu yüzdendir ki Ursula Le Guin, Isaac Asimov, Tolkein, Neil Gaiman, başköşesindedir kütüphanemin. Onlar asil ve ayrıcalıklı sakinleridir o rafların.

İtiraf etmem gerekirse Harry Potter da kitaplarından sonra filmleriyle çokça hayalkırıklığı yarattı bende de. Zira ben de kitaplarını okuyan değil, resmen yiyen o fanatik okuyuculardan biriydim. Ve asla ama asla kitaplardaki ritim, heyecan, alt metinler, sosyal mesajlar, toplumsal eleştiriler yer almadı filmlerde. Ama ne olursa olsun, filmlerin de çok sevdiğim yanları olduğunu söylemeden geçemem. Örneğin hemen her filmde olan öğrencilerin sene başında trenle Hogwards'a gitme sahnelerini çok severim. O tren, dumanını tüttüre tüttüre dağların, ovaların, nehirlerin arasından tıngırdayarak ilerler büyülü, kocaman dev şatoya doğru... İlk bölümlerde daha renkli görüntülere sahne olurken, seri ilerleyip hikaye gittikçe karanlıklaşmaya başladıkça bu tren yolculukları da oldukça gri ve tedirgin edici bir hal alır. Sonra şatoda yenen o şatafatlı yemekler, baykuşların haber götürmek için şatonun en tepesinde sahiplerini bekledikleri oda... Sanırım hikayenin genelinden çok, bu detaylarını daha çok seviyorum ben.

Bu arada resimdeki minik sevimli cadıyı da bu vesileyle tanıştırmak istedim. Adı Samantha! Kendisiyle Barselona'da karşılaştık ve hemen mutfak cadıları kulübüme üye olmayı kabul ederek benimle İstanbul'a geldi:) Arada ben mutfakta yemek yaparken süpürgesine binip geliyor yanıma ve o sihirli süpürgeyi daldırıyor kaynayan tencerenin içine... İki karıştırmayla ortaya nasıl mucizeler çıktığına inanamazsınız:) İşte bu da bizim evdeki fantastik dünya!

Güzel günler, güzel sabahlar, güzel kahvaltılar bizimle olsun!

6 yorum:

Ece Ekincioğlu dedi ki...

ben de bir sabah bu saatlerde gelmek isterim sana canım. ne lezzetli bir sofra, ne güzel bir film. yeni filme beraber gidelim olmaz mı?

öpücük

zero dedi ki...

Ecem zaten sizi bekliyorum izlemek için:) evet bir sabah özellikle bu saatlerde bekliyorum:)

edie finnerty dedi ki...

zero, karnım acıktı, canım kahvaltı yapmak istedi! bi de özledim ki seni zaten!

Gulcin dedi ki...

sabah erken uyanasim geldi okudukca. Umarim gunun devami da guzel olmustur baslangici gibi.
Nice guzel sabahlara...

yeliz dedi ki...

hiç harry potter okumadım ve hiç izlemedim, belki bizim çocukluğumuzun bittiği döneme geldiindendir, diyordum bugün ilkere. demek sevmek için çocuk olmaya gerek yokmuş

Yolcu dedi ki...

O saatlerde uyandığımda kitaplarıma gömülmeyi severim ben de. Hele de yazsa, balkonda sabahın ilk kokuları ve ilk ışıklarıyla güne başlamanın keyfini yaşarım sık sık. Bir elimde kitabım, bir elimde çayım, sabahın serinliğinden hafif ürpererek yeni günü selamlamanın keyfi bir başkadır.