Şunu kesinlikle anladım ki, hayatta olmak istediğim şeylerin hepsini birden bu hayatta olabilme şansına sahip değilim. E bir insan benim kadar birbirinden farklı ve uç noktalarda şeyleri "olmak" isterse tabi ki ortalama 80 yıllık bir süreye sıkıştırılmış insan ömürü bunlar için yeterli olamaz. Varsa eğer başka yaşam şanslarımız daha, kullanamadığım haklarımı diğer hayatlarımda kullanmak istiyor, bunu da buraya yazıyorum:)
Hem keyif ayağı kuvvetli, işine aşık bir aşçı (şimdilik bu yolda kulaç atıyoruz); hem toprağın bereketine, kumuna, suyuna bulanmış elleri toprak ve bereket kokan bir çiftçi; hem dibine kadar sinemaya, edebiyata, tiyatroya, konsere vurmuş, boynunda içindeki kitaplar ve defterlerle en omuz çökerteninden çantasıyla denenmedik kafe, bar bırakmamış bir Beyoğlu kızı; hem sürekli dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayabilecek kadar evrensel bir gezgin, hem kökleri hep sevdikleriyle sağlamlaşmış sabit bir ev insanı; hem eli, yüzü, teri deniz tuzuyla kavrulmuş, denizin bereketini paylaşmak için kurduğu balıkçı tezgahında kışın o en dondurucu soğuklarında bile kendi gibi deniz kokan kat kat atkılarına berelerine sarınmış deniz aşığı bir balıkçı... Biliyorum bir Terazi olarak biraz olsun dengeli olmam beklenir ama zaten ben işte böyle tüm dengesizliklerimi içimde yaşar, ne edersem yine kendime ederim. Bünye böyle, istiyor da istiyor, ne yaparsınız:)
İşte bu sonuncuyu ne kadar çok olmak istediğimi özellikle dün gece çok yoğun bir şekilde anladım. Çünkü ben dün gece Kumkapı balık halindeydim. Kasalarca, kilolarca balığın, onlarca teknenin, denizin rengine ve kokusuna bürünmüş onlarca insanın arasında ve kesinlikle şimdiye kadar bu kadar farkında ve ait olmadığım bir dünyanın, bir kültürün içindeydim.
Restaurantta 15-20 kişilik bir toplantı ve menüde de balık olunca yolu balık haline düşen mutfak sevdalılarının peşine takıldım. Bolca merak, pazara, manava, hale kısacası işin alışveriş kısmına dair bitmeyen tutkularım, mesleki heveslerimi besleyen "ondan da olsun, bundan da" açlığı... İşte hepsi birden toplaşınca balık haline giden ekibin içinde buluverdim kendimi.
Sabaha karşı saat üçte, tüm şehir uykuda, caddeler İstanbul'un görüp görebileceği en 'yoğun' sakinlikteyken Kumkapı balık hali tüm canlılığıyla ayaktaydı. Sadece koca hali dolduran balıkçı kalabalığı değil kasdettiğim. Halin arka tarafında mangallarını yakmış, getirdikleri balıklardan kendilerine ayırdıkları paylarını pişirip bir iki tek atarak demlenenler mi dersiniz; halin açık kapılarından sürekli içeri sızarak koca balık kasalarından balıkçıların gazabına uğramadan balık aşırmaya çalışan martılar mı dersiniz; teknelerin tarafında durmadan süregiden, kasaları hale taşıma telaşı mı dersiniz... Belli ki yaşam ritimleri de, tempoları da, saatleri de farklı, gündüzünü de gecesini de standardın dışında yaşayan bir insan topluluğu bu. Meslek değişimim sonucu çok daha iyi anlayabildiğim bir tempo... Benim ritmim, tempom, yaşam ve vücut saatlerim de değişmedi mi ki sanki? Eskiden kaldırmamın imkanı bile olmayan kasaların altına giren de, dolaplarda rafların en üstlerine tırmanıp kiloluk tenekeleri indiren de, bu sayede de vücudunda şimdiye kadar hiç farketmediği kaslarının yerini, ilk zamanlardaki ağrılarıyla öğrenen de ben değil miyim?
Bu arada benim haricimde sinek namına bile dişi bir canlının mekanda bulunmadığını da bir dipnot olarak düşeyim:) İnsan kendini hakikaten uzaydan gelmiş bir varlık gibi hissedebiliyor böyle durumlarda:)
Gün doğmasına çok az kalmış bir vakitte eve vardığımda, evin çok yakınındaki fırından gelen poğaça kokusu, yorgunluğuma rağmen sıcacık bir bardak çayla uykudan çok daha cazipti o an için doğrusu. Ama gelin görün ki, fırının imalathanesinden kokular gelse de, belli ki fırının açılmasına daha vardı. Böylece, daha doğmamış bir günün sabahında hayalini kurduğum poğaça-çay-Zero buluşmasını başka bir zamana erteleyip yorgun bedenimi yatağa bırakıverdim. Uyumak üzereyken kendime söylediğim şeyse şuydu: bu ilkti ama son değil...