26 Temmuz 2012 Perşembe

Bir Ay güzellemesi...

Ay'la garip bir bağ gelişti aramızda. Kendini beğenmişlik edip onu da olayın taraflarından biri yapıyorum ama aslında tamamen bendenizde oluşan bir çekim bu, Ay'da gelişen birşey yok bana karşı:) Bu zamana kadar olan bir durum değildi, herşey Datça akşamlarının hayatıma girmesiyle başladı.

Gökyüzüyle direk bağlantı kurabildiğim bir yeryüzü parçasında yaşıyor olmaktan, çalışırken ya da evde başımı gökyüzüne çevirdiğim tüm anlarda O'nu görüyor olmak müthiş bir keyif verdi bana burda. Özellikle üstünde hiçbir tente ya da gölgeliğin bulunmadığı balkonumda O'na bakarak öyle çok şey okudum, öyle çok şey yazdım ki, o anların hiçbirine şahit olan başka kimse yokken bir Ay vardı beni izleyen. Merak ediyorum bazen, acaba yazdığım her satırı okumuş mudur diye:)

Haksız mıyım ama?

Birkaç hafta evvel geçen yazıda da bahsettiğim gibi mecburi bir İstanbul yapıp, ordaki günler de hep hastane ve ev arasında geçince gökyüzüyle de, yeryüzüyle de olan tüm bağlar kesildi tabi. Günlerin manevi yoğunluğu da ağır olup bir hay huyun içinde sürüklenince hiç üzerine düşündüğüm birşey olmadı elbet bu. Ta ki gece Datça'ya dönüş yolunda Topçular feribotunda otobüsten bir çay içmek üzere inip karşımda yarım aydan hallice tüm beyazlığıyla görene kadar yine O'nu.

"Yine birlikteyiz ha? Kaç gecedir görmüyorum ben seni?" cümlelerinin aklımdan geçtiğini çok iyi hatırlıyorum. Garip gelebilir belki ama gökyüzünde her gece şekil değiştiren bir un kurabiyesi gibi manzaramın bir parçası olmasına o kadar alıştım ve o görüntüsü bana öylesine güzel geliyor ki, feribotta denize yakamozunu bırakmış haliyle görünce O'nu, eski bir dostumla yeniden karşılaşmış kadar keyifli hissettim kendimi.

Mesela bana göre Datça, Ay'ın damga vurduğu bir kasaba Güneş'ten çok. Güneş sadece doğarken karşıki tepelerin arkasından müthiş bir ziyafet çektiriyor her sabah ama 5.30-6.00 arasında gerçekleşen o şöleni izleyebilen çok az. Batarken de deniz tarafından değil, kasabanın arka tarafında evlerin arasına karışarak batıyor. Görkemli batışları da, doğuşları da Ay'a bırakmış, ondan çok da fazla rol çalmak istemiyor sanki. Çünkü eğer sahne alırsa o muhteşem parıltısıyla herkesi gölgede bırakacağını çok iyi biliyor. Kaz Dağları'nda o sahnenin sadece ve sadece Güneş'te olması gibi örneğin.

Özellikle Dolunay zamanlarında denizin üzerinde ufuk çizgisinden öyle bir doğuşu var ki Ay'ın burda, hiç bir makineye sığdıramadım ben o görüntüyü. Ya da bazı geceler, incecik bir hilal olmuş doğarken yine denizin derinlerinden, o önce kırmızıdan sarıya, sonra sarıdan beyaza kayan güzelliğe doyamıyorum bakmaya.

Dün gece ben yine balkonda oturmuş yazarken harıl harıl, o karşımda yarısı ısırılmış bir un kurabiyesi, aklıma şu cümle düşüverdi, kendi kendime gülüverdim: Ay'a giden ilk insan ben olmalıymışım aslında, öyle meftunum kendisine. Şimdi bu satırları yazıyorum, yine karşımda kendisi. Öyle bir bakıyor ki her defasında bana, artık üzerine birşeyler karalamak farz oldu dedim, açtım yeni bir sayfa, yazıyorum şimdi bu satırları.

Yaklaşık bir on gün kadar sonra Dolunay olarak şahlanacak yine gökyüzünde. Ve ben yine yakamazunda denizde olacağım Ay banyosu yapmak için şerefine. Ve farkettim ki, Dolunay'da değil ama gökyüzünde görünmediği ayın o birkaç günlük diliminde daha bir asabi oluyorum ben. Bu da, İstanbul kızı Zero'dan, Datçalı bir kasaba kızına dönüşürken üzerimde yapışan huylardan biri olsun bakalım!

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Eski defterler, yeni defterler, gidenler, kalanlar...

Yeni başlangıçlar, üst üste çok denk geliyor bazen. Datça'ya ilk ayak bastığım günlerde, günlüğüm bittiği için yeni bir defter alma vakti de gelmişti. Dindirilemez kırtasiye sevdamın seçtiği, kimbilir içine nelerin yazılacağı tertemiz bir defter duruyordu elimde. Yeni bir şehir, girişinde çok eski değirmenler ve rüzgar güllerinin insanı karşıladığı ufak bir sahil kasabası, çok çok uzun zamandır hayali kurulan yeni bir ev, hiç tanımadığım sokaklar, insanlar, yeni bir iş, iş arkadaşları... Tüm bunlarla ve kimbilir tahmin edemediğim daha nelerle dolmaya başlayacak yeni bir defter...

Bu sabah yine birşeyler karalarken defterime, şöyle bir eskilere de bakmak geldi içimden. İlk sayfadaki tarih 29 Nisan, saat 09:28.

"Muhteşem çam ormanlarına dayanmış Marmaris otogarında otobüsün neredeyse tamamına yakını burada inmişken, Datça'daki yeni hayatıma başlamama sadece bir saatlik bir yol kaldı önümde" diye yazmışım otobüsün içinde. Hatırlıyorum o ânı, heyecanımı... Ve sonrası... Sayfaları atlaya atlaya karıştırırken bazı şeylerin, bana sanki milattan önce yaşanmış gibi gelmesine hayret ediyorum. Oysa zaman dilimi sadece ve sadece üç ay.

Kendi elleriyle defter yapan, teker teker uğraşıp onları diken güzel arkadaşımın defter markası İKİ'nin, yanında güzel notuyla gönderdiği kıymetlim:)

Bazen hayatımızda sanki çok da fazla değişik bir şeyler olmuyormuş gibi hissedip yaşar giderken aslında nasıl da önemli şeylerin olduğunu sonradan bir bakış atınca farkediyoruz eskiye. Yazmak, not almak, oraya buraya çiziktirmek hayatı çok kıymetli bu yüzden.

Şu buraya yazamadığım bir ayda bile öyle çok şey oldu ki misal. Çok kötü başlayan, neyse ki sonrasında kendini gönül ferahlığına bırakan zorunlu bir İstanbul seyahati sıkıştı örneğin. İstanbul, temmuz ortasında dönmeyi beklemediğim, zerre de özlemini çekmediğim, uzaktaki bir şehir olarak duruyordu orda bir yerlerde. Lakin bir sabah karman çorman bir otobüs garının içinde, sürekli korna çalan taksilerin arasında buluverdim kendimi. Unutmuşum n'apiyim! Datça'da aylardır çevre köylere yaptığımız bir iki gezi dışında motorlu taşıta binmedim ki ben.

Bu satırları takip eden dostlar bilirler anneannemin hayatımdaki yerini, izlerini, dünyanın öte yakasında da olsam en çok düşündüğüm kişilerin en başında geleceklerden birinin hep o olduğunu. Çok kötü bir şaka yaptı, çok korkuttu, elimizi, ayağımızı kesti, tüm sevdiklerini İstanbul'a topladı, ondan sonra rahatladı, "tamam" dedi "hepinizi gördüm ya gam yemem, iyileşeceğim" ve çok başarılı bir ameliyattan sonra önce bize, sonra doktorlara söz verdi "bundan sonra kendime daha iyi bakarak yaşayacağım!"

Eski günlükler, yazılanlar, olanlar falan derken böyle biraz muhasebeyle geçen bir gün oldu sanki bugün. Yemyeşil çam ağaçlarını, o ağaçların arasından görülen evlerin çatılarını, uzaktaki muhteşem maviliği izler, bu satırların haricinde başka bir şeyler daha karalarken aklıma düşüverdi bazı şeyler; yazmak istedim. Gidenler, gitmiş oldukları için hayatımıza girenler... Bulunduğum an o kadar kıymetli ki, hayatımdan giden herkese kocaman bir teşekkür göndermek istedim. Şu an burdan başka olmak istediğim hiçbir yer yok. Ve bunu da bana ilk zamanlar kabus gibi gelen bir değişime ve onu tetikleyen zorlu günlere borçluyum.

Evet, bana o günlerde "biraz sabır Zeren, herşey çok güzel olacak, gör bak" diyenler var ya, o zaman muhtemelen hepinizi boğazlamak istiyordum ama siz çok haklıymışınız!:)